Edebiyat,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Kitaplar,  Kurgu

Bayramdan Bayrama

Giriş:

Heyecandan içim içimi yiyor. Gece boyunca, ninemin uyanmaması için kımıldanmadan yattım. Yaşlı kadıncağız, gene bayram öncesi aynı işkenceyi çekip çevresine de çektirdi. Kurban Bayramı’nda koyunlar gibi kınalanır, cılız gövdesini güçlükle taşıyan bacaklarıyla oradan oraya seğirtir.

Mendiller aylar öncesinden alınmıştır. Benim bilmediğim, belki ninemin de belleğinden uçan bir geçmişte, mendilleri kendisi işlermiş. Artık oyalarını parayla birilerine yaptırıyor. Akraba, komşu, tanıdık-bildik herkes düşünülmüştür. Kardeşimle bana niye mendil verir bilmem – kızlara armağan etse, haydi neyse… Annem, “Sakın sesinizi çıkarmayın; alınır sonra,” der. Köşedeki düğümün içinden madeni iki buçukluk çıkacağından eminim. Annem kumbaraya attırır.

Ninemler göçmendir. I. Dünya Savaşı’yla birlikte Üsküp’ten gelmişler. Tüm göçmenler gibi, “Yoğoslavya’da” zenginmişler. Evleri, hanları-hamamları varmış da dedem nedense berberlikle kazanırmış yaşamını. Yoksa eskiden berberlik, özenilecek mesleklerden mi sayılırmış? Dedem, ben küçükken ölmüş. Berber Abdi Efendi’den, misafir odasında devlet büyüklerini andıran, yaldızlı çerçevesiyle kocaman fotoğrafı kalmış; bir de hafta sonları ninemlerde yattığımda, odamdaki dolabın bir köşesinde havlulara sarılı usturalar ve tıraş makineleri. Fotoğraftaki Abdi dedem, sağ omzunu ileri vermiş, takım elbiseli, yelekli, bıyıklı, (ana tarafım duymasın) biraz ablak suratlı birisidir. Yüzünün güldüğü fotoğrafını görmedim. Misafir odasını kışın kapalı tutarlar, oturma odasının ısısını korumak için. Dedemle yazdan yaza görüşürüz. Pek bırakmazlar ama yazın yalnız kalınca havluları usulca aralar, usturayı babamdan gördüğüm şekilde üst dudağımda gezdiririm. Ahşap iki katlı bağ evinin üst katında beceririm bu marifetleri. Dikmen yazlarında misafir odasının serinliğinde sefa süren dedeme uğramadan edemem. Gene kaşlarını çatmıştır. Yasaklanan şeyleri yapmamak gerek ama…

Ninem, tatlıları arifeden hazırlar. Yemekler bayram sabahı erkenden pişirilecektir. Çamaşırlar, çarşaflar günlerce öncesinden sakız gibi yıkanmış, yasemin kokulu dolaplara konulmuştur. Döşeme tahtaları fırçalarla, Arap sabunlu sularla ovulmuştur. Kurbanlık koyun, kömürlükte besiye çekilmiş, bayramı bekliyor. Ahşap evin çatı katı, geceleri bile gündüzün sıcağıyla yorgun. Ninem, elleri ayakları tutmaz olmuş, yatsıyı kıldıktan sonra odasına çekilmiştir. Yatak ve tahtalar gıcırdamasın, ak pak yüzlü, başı tülbentli ninem uykusunda dinlenebilsin diye neredeyse nefes almayacağım. Bu yaz, on iki yaşıma bastım. Dayım, ilk kez bayram namazına götürecek. Namaz dualarını içimden geçiriyorum; neyse ki ezberim yerinde. Namazda herkesin yaptığını yaparsam, bu güç sınavın üstesinden gelebilirmişim. Dayıma kalırsa, erkekliğe ilk adım sünnet değil, namazmış. Sabaha iyice erkek olacağım.

Demek ki gün ağarmadan az önce dalmışım. Omzumdan sarsan dayımın koca, etli elleri, “Haydi, çabuk ol. Geç bile kalmışız,” diyor. İri gövdesiyle gürültü çıkarmamaya özenirken trabzana çarpıyor, tüm ev temelinden sarsılıyor.

Bayram namazını sanki rüyada kılmışım, belki de uyku sersemiydim. Eve dönüp kuyunun başındaki, burma bıyıklı, koca göbekli adamı görünce ayılıyorum. Tanımadığım adamla dayım bayramlaşıyorlar. Adamın davranışlarına işlemiş kıyıcılığı ancak sezinliyor, ışığa yakalanmış tavşan örneği elim-kolum tutulmuş, olacakları bekliyorum.

“Ben namazımı aşağı camide eda ettim, Nusret ağabey. Onun için biraz erkenciyim. Evde anneyi uyandırmadım ama çukuru açtım. Birkaç yere daha uğrayacağım. İşimize baksak mı?” diyen adam, belli ki kasap. Yalnızca ayaklarıyla direnen hayvancağız melemiyor bile. Karga tulumba getirip çukurun başına yatırdılar. Kasap, önce göğüs cebinden çıkardığı kırmızı mendille gözlerini bağlıyor, sonra bir iple üç ayağını. “Rahatça can çekişsin diye öteki ayağını serbest bırakırlar.” Dayım, sessizliğimi merakıma yormuş, yaşamın gerçekleri üstüne bilgi veriyor. Kanım çekilmiş, ağzım-dilim kurumuş. Koyun, özgür bacağını da kımıldatmaz oldu. Kasabın sol eli, koyunun başını, gözlerini örten mendilin altından neredeyse okşarcasına yakalamış. Sağ eldeki, bileylenmekten incelmiş kara saplı bıçak, geriye kanırtılmış boynu sıvazlıyor. Kasabın ağzından mırıltılı dualar dökülüyor. Dayımın dudağının kenarından bir tükürük sızıntısı çenesine doğru inmiş. Dayım, kurban kesilirken izlemekten zevk alıyor. Acaba komşulara vermeyip kendisine saklayacağı parçayı mı düşlüyor? Koyunla birlikte beni de uyuşturuyor, yavaş hareketlerle gidip gelen bıçak. Ateş kırmızısı kan, çukura fışkırırken gözlerimi yakıyor. Kara saplı bıçak, bir hamlede boyun kemiğine dayanırken, “Bismillah” ancak arkadan yetişiyor. Adamın kara bıyıklarının ucunu görebiliyorum ensesinden. Kasap, tek ayağı üstüne çökmüş, kafayı alabildiğine kanırtıyor. Koyunun bacağı, kanının tümünü hızlı çırpınışlarla pompalıyor. Kasap, alışkın hareketlerle bacağı deliyor, hayvanı top gibi şişiriyor. Kısa sürede yüzülüp etleri parçalanan koyunun ak postu, az ilerideki yoz asmaya seriliyor. Dayım, kuyudan çektiği suyu adamın ellerine döküyor. Çukuru örtüyorlar. Kadınlar, etleri içeri taşıyorlar. Kasap gittiğinde, postu görmesem her şeyi düşlediğime inanacağım. Kimseye görünmeden odama çıkıyorum. Doyasıya ağlıyorum.

Gelişim:

Karımın haykırışıyla uyandım. Geceliğiyle pencerenin önünde taşlaşmış, iki elini yumruk yapıp ağzında birleştirmiş, dışarı bakıyor. Gidip kucaklıyorum. Karabasan gördüyse pencere önünde işi ne diye düşünmek aklıma gelmiyor. Çocuk bekleyen kadınlar ağlamamalı! Her baba gibi bencilim: Doğacak çocuğumu düşünüyorum. Daha şimdiden analığın kokusu sinmiş karım beni görmüyor, pencereden dışarısını işaret ediyor. Benim çığlığıma bahçedeki kasaplardan birkaçı dönüyor, sonra dudaklarında – galiba – aldırmaz bir gülüşle işlerini sürdürüyorlar. Evimizi ne güçlüklerle bulmuştuk, Ankara’nın göbeğinde. Pencerelerimiz apartmanların arasında nasılsa kalmış bahçeyi görüyor. Kirazlar açınca pencereden içeri giriyor, odayı kucaklıyor. Bu yıl bayram şubata rastladı. İkimiz de çalıştığımız halde bayramda bir yerlere gitmek gelmedi içimizden. Tatil yapılacak her yerde ve Ankara’da hava soğuk ve yağışlı. Kapıyı kimseye açmamaya kararlıyız. Akrabalara da gitmeyeceğiz bayram ziyaretine. Yıllardır bayramlarda bile namaz kılmıyorum. Karım uyandırmasa öğleye kadar uyurdum. Cennetin yolunu, koyunun iki tırnağı arasında gören dindarlarla doluymuş apartmanımız. Bu kadar çok dairesi olduğunun o sabah farkına varıyoruz. Yapraklarından soyunmuş kiraz ağaçlarına asılı koyunlar, postlarından sıyrılmış, çırılçıplak sallanıyorlar. Bahçe, öbek öbek kan gölleriyle kaplanmış. Tepsilerdeki et yığınları giderek büyüyor, çıplak koyunlar küçülüyor. Üst kattaki Beyaz Rus göçmeni yaşlı kadının her gün parmaksız eldivenleriyle beslediği sokak kedileri miyavlamaksızın sıralarını beklerken yalanıyorlar. Kıyım öğlene kadar sürüyor.

Sonuç:

Yıllar sonra Almanya’dayız. Oturduğumuz küçük kasabayı Karadenizlilerle Konyalılar kardeş payı bölüşmüşler. Apartman komşularımız Mevlâna torunları. Komşumuzun karısı bir tabak etle dikiliyor kapıda. Bugün bayrammış meğerse. İçeri buyur ediyoruz. Daha uğraması gereken Müslüman kardeşleri varmış. Hiçbir şey düşünmeden etleri pişiriyor, lüp lüp yutuyoruz.

Sonucun sonrası:

Yerel gazeteden bir haber: “Türkler Kurbanlarını Banyo Küvetlerinde Kesiyorlar.” Aklıma, bir hafta önce yediğim etler geliyor. Midem bulanıyor, boğazımdan yukarı yeşil bir su yürüyor; kendimi banyoya zor atıyorum. Lâvabo kan içinde. Son gücümle banyo perdesini çekiyorum küvete boşalmak için. Mor boyalı koçun boynuzlarını seçiyorum önce…

Yavuz Kürkçü

Not: Çıkacak olan Kırıntılar adındaki öykü kitabımdan bir bölümü okudunuz.

 

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir