Çocuk Gündemi,  Deneme,  Güncel - Aktüalite,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Tarih

Balkan Harbi

Balkan Harbi en elverişsiz şartlar içinde başladı. Trablus Harbi devam ediyordu. Ordu yeterli sayıdaydı ama disiplini yoktu yani hazır değildi. Hükumet, aleyhine uğraşıp duran dış münasebetler karşısında yetersiz ve zafiyet içindeydi. Balkan Devletleriyle Eylül 1912 den beri işler iyiye gitmiyordu. Osmanlı Rumeli’si strateji bakımından savunulması güç bir coğrafi durumdadır. Nihayet 9 Ekim 1912’de Balkan Devletlerin en küçüğü Karadağ, Osmanlı’ya harp ilan etti. 5 gün sonra 13 Ekim’de, diğer Balkan Devletleri verdikleri notalarla harbi tacil ettiler. Harp patladı.

Türk Ordusu daha ilk adımda ikiye bölündü. Garp (Batı) Ordusu, 23-24 Ekim’de Komanova’da Sırplara yenildi, Manastır’a çekildi. Yunan ordusu Selanik’e girdi, ardından Yunan Donaması son Osmanlı adalarını ele geçirdi. Ege Denizi artık Yunanlılarındı. Şark (Doğu) Trakya Ordusu da hazırlıksızdı. İlk taarruz karşısında Bulgarlara yenildi ve Vize-Burgaz üzerine çekildi. 29 Ekim Lüleburgaz’da yapılan harpte bir kez daha yenildi, Çatalca’ya çekilmek zorunda kaldı. Bozgunlar arka arkaya gelirken bir tek İşkodra kalesi Karadağlılara, Yanya Yunanlılara, Edirne de Bulgarlara karşı kahramanca direniyordu.
Lülebugarz’daki savaşta gördüklerini “Hastanın Baş Ucunda” kitabında anlatan Martin gazetesi başyazarı Stefan Losannes, Balkan harbini anlamaya ışık tutarak şöyle diyordu:
“Harbin devam ettiği bu dört gün zarfında, Türk Ordusu Başkumandanı Abdullah Paşa, umumi karargahı olan Sakız köyünde küçük bir evde, kapanmış kalıştı. 29 Ekim akşamı Deyli Telgraf gazetesinin harp muhabiri Şmit Bartlet uzun gezileri arasında kendini orada tesadüfen buldu. Başkumandan açlıktan ölüyordu. Emir subayları, evin fakir bahçesindeki toprakları adeta tırnaklarıyla kazarak bir iki mısır kökü çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu kökleri bir parça unla bulamaç gibi pişiriyorlardı. İşte 175.000 kişiye kumanda eden zatın bütün yiyeceği bundan ibaretti.
Ş. Barlet acıdı. Yanındaki birkaç kutu konserveyi verdi. Üç gün mütemadiyen Paşayı bekledi. Abdullah Paşa:
– Siz olmasaydınız ayakta duramayacaktım, demiştir.
Kaldı ki Osmanlı Ordusu Başkumandanı yiyecek bulamadığı gibi haber de alamıyordu. Denilebilir ki, harbin devam ettiği dört gün zarfında ne olup bittiğinden hiç haber alamamıştır. Ordusunun sağ kanadı nerede? Bunları ancak biliyordu. Ama feci mücadelenin hiçbir safhasını öğrenememiş hiçbir anında emir vererek müdahale edememiştir.
Harp cephesi elli kilometrelik bir mesafe tutuyordu. Bu har hattı ile bağlanmak için Abdullah Paşanın elinde ne telgraf, ne telsiz telgraf, ne muharebe memuru, ne otomobil, ne uçak, ne bir şey vardı. Hatta yaverlerini dört nala koşturacak bir şoseye bile malik değildi.
Başkumandana haber getirmek için ateş hattına gönderilen birkaç süvari, ya bir şey görmemiş ya dönmemişlerdir. Abdullah Paşa sol kanadının çekildiğini, sağ kanatta Mahmut Muhtar Paşa’nın olağanüstü bir cesaretle dayandığını ise ancak sezi suretiyle biliyordu. Nihayet 31 Ekim sabahı atına binerek birkaç kilometre ilerledi. Ama ilk kaçaklara rast gelip sol kanadın bozulduğunu kesin olarak anlayınca dayanmakta olan sağ kanatlar da çekilme emri verdi. Halbuki merkezde Şevket Turgut Paşa dayanıyordu ve taarruza geçmek üzere idi. Sağ kanadı da yerinde idi. Abdullah Paşa neden sonra verdiği emrin yanlışlığını anlayarak aksine emir gönderdi ama iş işten geçmişti. İkinci Kolordu dört günden beri harp içindeydi. 24 saattir hiçbir şey yememişti. Hemen yüzgeri etti ve askerler arkadaşlarının cesetleriyle örtülmüş çamurlu tarlalar boyunca çekilmeye başladılar. Bir daha da savunma hattı kuramadılar. 32 Ekim akşamına doğru Osmanlı Ordusu adeta bir sel gibi geriye akıyordu. Ordu namına ovada, çeşitli yollardan, yolsuz bölgelerden Çatalca’ya doğru akıp giden kaçaklar dağlarından başka bir şey kalmamıştı…
Yalnız bir gece içinde yüz bin kişinin felaketi, bozgunluğu üstüne en meşum en korkunç bir hayal, kanatlarını germişti. Açlık!
Daha garibi; bozgun haberini İstanbul, Londra’dan, Paris’ten daha sonra alabildi. İstanbul’da bu harbe ait resmi tebliğ ancak 4 Kasım sabahı, yani 4 gün sonra yayınlandı…”
Yazar bu tebliğ söyle açıklar; “Bu ne hazin, ne perişan, ne çaresiz bir tebliğdir. Sanki bir hastanın son nefesi gibi…”

Bosna sınırlarından Çatalca’ya kadar ikinci bir akın ordu döküntülerinin geriye doğru sel gibi akışından daha karışık, daha kanlı sürüklenip gelmektedir. Göçmenler…
Rumeli göçüyordu. Sırp, Karadağ, Bulgar ve Yunan askerlerinin işgal ettiği yerlerde kanlı ve toptan katliamlar başlamıştı. Hayat, servet, mal mülk, namus ayaklar altındaydı. Öldürülen, asılan, parçalanan Türk insanlardan arta kalanlar her şeylerini geride bırakarak İstanbul’a doğru akıyorlardı. Batı bölgelerinde insanların kaçacak yerleri de yoktu. Düşmanın ayak altında kalıp ezildiler.
İstanbul’da hava da perişandı. Çatalca’dan gelen top sesleri İstanbul’dan duyuluyordu. Bulgarlar Terkos’a doğru sarkmışlardı. Cephede hastalık başlamıştı. İstanbul hastanelerini dolduran yaralılar iyi tedavi edilemiyordu. Tifüs yayılıyordu.
Bütün bu kayıplara ve karşılıklılıklara neden olan adına “Büyük Kabine” dedikleri içi boş ve birbiriyle anlaşamayan yaşlı uyumsuz Ahmet Muhtar kabinesi çekilerek yerine, Harbiye Nazırının Nazım Paşa olduğu, Kamil Paşa kabinesi kuruldu. Padişah bir gölge idi. Kabinenin başındaki Kamil Paşa bencil, fırsat düşkünü, çıkarcı bir karaktere sahip biri olarak tanınan bu zat çökmüş durumdaydı. İşin özü kabinede bir şahsiyet yoktu. Bir tek Harbiye Nazırı Nazım Paşa, orduda sevilen sayılan biriydi. Çatalca’da bir savunma hattı tutundurabilmenin çabası içine girmiş gece gündüz çalışıyordu ama yalnızdı. Anadolu’dan gelen askerlerle ve Batı Trablus’tan dönen subaylarla takviye edilen Çatalca hattı sayesinde Bulgarlar durduruldu. Rumeli’nde savunulan son kaleler de düşmek üzereydi. Bulgarlarla bir barış diyalogu başlamıştı. Sözü edilen konular, onur kırıcıydı. Türkiye’nin yeni hudutları belirlenirken Edirne’yi dahi Bulgarlara bırakacak bir hat üzerinde konuşuluyordu. 3 Aralık 1912 de “Hasta Adam” Osmanlı masaya yatırılmıştı. Akabinde 17 Aralık günü Londra’da toplanan Osmanlı Devleti ve Muharip devletler arasında müzakereler başlamış oldu. Hasta Adamın mecali kalmamıştı, öylesine paylaşılmaya müsaitti ki, bu durum düşman devletlerin iştahını kabartmakla kalmadı, elçiler paylaşım esnasında anlaşmazlığa girip menfaat kavgalarına dönüştü. Bir anlaşmaya varılamadığından 6 Ocak 1913 tarihinde bu müzakereleri sonlandırdılar. Bu kargaşalık sürüp giderken başta Enver Bey olmak üzere İttihat ve Terakki idaresi ani bir baskınla Babıali’ye girdi ve Osmanlı İmparatorluğunun iktidarını eline aldı…

Türk Ulusuna saygıyla…

Mehmet R. Aşar, Ocak 2025, Antakya

“Hiçbir zaman saldırgan olmayı düşünmemiş olan ve fakat daima haksız taarruza uğrayacağını hesap eden bir milletin ordusu olarak, ordumuz uzun bir seferden sonra hemen diğer bir sefere başlayacakmış gibi maddi ve manevi yönden hazır bulunmalıdır.” (1924, Ankara)

ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Ankara, 1997. s. 351

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir