Çocuk Gündemi,  Deneme,  Gündem Arşivi Klasikleri,  Tarım

Mustafa Kemal ve Enver Trablus’ta

Yeni Padişah, haziran ayı içinde Rumeli’de dolaştırıldı. Bu seyahatten 4 ay kadar sonra, 28 Ekim 1911’de İtalyanlar Trablus-Bingazi’ye saldırdı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti’nin ordusu yerine, bir takım gönüllü subay ve mücahitlerden oluşan bir mukavemet cephesi Trablus’a gitmek üzere harekete geçer. Denizler İtalyanların kontrolünde olduğundan, Trablus’a gidiş kaçak yollarla sağlanacaktır. Hükümet şart koşar; yakalandıkları vakit, ifadelerinde, hükümetin malumatı dışında gönüllü hareket ettiklerini söyleyeceklerdir.

1 Ekim 1911 günü İtalyanlar, Trablus’u abluka altına aldıklarını duyurur. Rumeli ve İstanbul’da her zaman ön planda görülen subaylar, 4 Ekim’de de İtalyan savaş gemilerinin işgal etmek üzere şehri topa tuttuğu haberini alır almaz Trablus’a koşmak üzere harekete geçerler.

1 Ekim 1911 tarihinde, Mustafa Kemal ve Enver Paşa beraberindekilerle Mısır’a vardıklarında Mustafa Kemal hastalanır ve İskenderiye’de tedaviye başlar. Yanında arkadaşı Fuat’ı (Bulca) bırakırlar. Diğerleri ise bölgeye Tunus üzerinden varırlar. Aralarına Araplardan da pek çok gönüllü katılır. Bölgede kurulan cephelere kumanda edenler özetle şöyle:

  • Bingazi-Derne kısmında oluşturulan cepheye: Enver Paşa
  • Ubeydat Cephesi: Yüzbaşı Ali Bey (Çetinkaya)
  • Hassa Cephesi: Mümtaz Bey
  • Şark Cephesi: Mustafa Kemal
  • Bulca Cephesi (sağ kanat): Fuat Bey
  • Derme Kuvvetleri Kurmay Başkanı: Nuri Bey (Conker)
  • Urban Kuvvetleri Kumandanı: Eşref Bey (Kuşçubaşı)

Mustafa Kemal, tedavi sonrası şeyh kıyafetiyle kabile reisleriyle toplantılar yaptı. Araplara birkaç tüfek dağıtıp nasıl kullanılacağı öğretildikten sonra saldırı sabaha karşı yapıldı ve başarıyla sonuçlandı. Yetmiş kadar top ele geçirildi ve iki yüz kadar da İtalyan esir edilmişti. Daha sonra da bu esirler, kendi imkânlarıyla ülkelerine dönmek üzere serbest bırakıldılar.

Tobruk’u ele geçirmek olanaksızdı. Türklerin elinden gelen tek şey, yalnızca İtalyanların yardımcı birlikler getirmek zorunda bırakmaları oldu ki, deniz yoluyla geldiği için bunu da önlemenin yolu yoktu. Bu savaş, böylelikle Mustafa Kemal’e sonradan Gelibolu Savaşı’nda çok işine yarayacak olan bir askerlik dersi verdi: deniz üstünlüğünün önemini ve denizden topçu ateşiyle desteklenen bir düşmanın karaya çıkarma yapmasını önlemenin olanaksızlığını öğrenmiş oldu. Abdülhamid’in de Türk donanmasının Haliç’te demir atarak çürüyüp gitmesine neden göz yumduğu anlaşılmış değil. Gerçekte, Türk donanmasının acı durumu, varla yok arasında gibiydi.

Bu savaş, iki devlet arasında yapılan bir harp değildir. Bu savaşta, bir tarafta önceden sağlanmış milletlerarası destek görmüş anlaşmalarla, ordusu ve donanmasıyla İtalya; diğer tarafta ise Osmanlı ordusu yerine bir takım gönüllü subayların ve mücahitlerin oluşturduğu savunma cephesi çarpışır.

İtalyanlar; 4 Ekim’de Tobruk’u, 13 Ekim’de Derne’yi, 18 Ekim’de Humus’u ve 20 Ekim’de Bingazi’yi işgal ederler. Büyük bir seferî kuvveti de Trablusgarp’a çıkarırlar. Hal böyle iken, Arnavutluk isyanlar ve karışıklıklar içindeydi. Yemen’de de isyanlar patlak vermişti. Suriye’de de huzursuzluklar başlamıştı. Memleketi eşkıyalık sarmış, hukuksuzluk almış başını gitmişti. İttihat ve Terakki’de işler hiç de iyiye gitmiyor, büyük bir buhran içinde sancılı günler geçiriliyordu.

Bu harp, Türkiye’den maddi yardım görmüyordu. Bir gönüllüler cephesi şeklinde, İtalyanlardan zapt edilen silahlarla, İtalyanları çıkarma yaptıkları kıyılarda soyutlayarak geçti.

Libya’daki bu harp, zaten ümitsiz bir harpti. Bir avuç genç subayın bir şeref harbiydi ve hiçbir müspet netice beklenemezdi. Ama bu bir avuç genç subayın Libya’da gösterdikleri teşkilatçılık gücü, cesaret ve dayanma azmi; eğer iyi idare edilebilse ve müsbet hareketlere yöneltilebilse, Meşrutiyet devrinin ve önderlerinin elindeki imkânlar hakkında parlak bir örnek olacaktı.

İtalyanlar, 1912’nin ilkbaharına gelindiği günlerde Rodos’u ve 12 Ada’yı işgal etti. 8 Ekim 1912’de Balkan Harbi başladı. Trablus cephesindekiler hem Balkan Harbi’ni hem de Trablus’un İtalyanlara terk olunduğunu (15 Ekim 1912, İsviçre Ouchy -Uşi- Muahedesi’ne bağlanması), İtalyanların gönderdiği bir delege subayından öğrendiler. Daha sonra da İstanbul’dan, Mısır yoluyla acı haber geldi. Bütün cepheleri yaran düşman birlikleri Çatalca önlerine gelmiş, dayanmıştı. Ruh kırıklığı büyüktü. Hem Afrika’da son Osmanlı toprağının kayboluşu, hem İtalyanlara karşı yürüttükleri savaşta çekilen zahmetlerin, dökülen kanların heba oluşu, hem bu savaşa sürükleyip teşkilatlandırılan yerli Araplara karşı duyulan derin üzüntü; genç subayları çok sarstı. Ancak bu, yılgınlık değildi. Önce Enver Paşa yurda döndü. Sonra onun gönderdiği haberle diğerleri de İstanbul’a döndü. Trablus hikâyesi de böylece bitmiş oldu.

Trablus Harbi, gerek Enver Bey’in gerekse Mustafa Kemal ve arkadaşlarının düşman karşısında ve en zorlu şartlar altında geçirdikleri ilk harp stajıdır. Onlar bu savaşta, disiplin kurmak, otorite tesis etmek, askerlerini ateş altında idare etmek ve yokluk içinde dayanmak kabiliyetlerini denediler ve geliştirdiler. 15 Ekim 1912 tarihinde yapılan anlaşmanın Osmanlı’ya maliyeti: Trablus ve Bingazi ile Ege Denizi’ndeki On İki Ada’nın İtalyanlara teslimidir.

Mustafa Kemal, kendisini Derne’deki Türk karargâhına atamayı başardı. 1912 yılı sonbaharına dek Derne-Tobruk arasında gidip geldi. Enver’in yakınında ilk olarak kıta hizmeti görüyor ve rakibinin askerlikteki bilgi, becerisini ölçme fırsatını buluyordu. Enver’in zayıf taraflarını hemen sezmişti. Cesaretine her zaman saygı duymuştu ama şimdi onun mantık ve muhakeme gücü bakımından şaşılacak derecede saf olduğunu görüyordu. Enver, hüsnükuruntu sahibi bir insandı. Sadece görmek istediği şeyleri görüyor, taktik ya da strateji gerçekleriyle pek ilgisi olmayan düşlerle kendini aldatıyordu.

Mustafa, açık görüşlü asker mantığıyla bu harbin çapışmasının dar olduğunu çabuk anladı. Türklerin İtalyanları kıyılardaki mevzilerden söküp atmalarına imkân yoktu. Öte yandan, İtalyanlar da kendi yönlerine çekmeyi başaramadıkları Arapların elinde bulunan susuz iç bölgelere doğru daha fazla ilerleyemezdi. Sonuç, bir çıkmazdan ibaretti. Herhangi zeki bir kurmay subayı, burada İtalyanların ilerlemesini önlemeye yetecek kadar fazla bir kuvvet bulundurmanın, Türklerin başka cephelerde şiddetle muhtaç olduğu asker ve malzemeyi yok yere harcamak olduğunu görür, anlardı. Ne var ki, Enver durumu başka görüyor ve farklı değerlendiriyordu. Kendini romantik rüyalarla büyüdükçe büyüyen topraklar üzerinde Trablus Araplarının sultanı olarak düşlüyordu. Böylece İtalyanların Derne’den atılıp, seferin şanlı bir zaferle biteceğine hem kendini inandırıyor hem de düzenlediği tozpembe raporlarla İstanbul’u kandırmaya çalışıyordu. Derne’yi geçirmek adına, vadideki çukurların cesetlerle doluncaya kadar çok pahalıya mal olan bir sürü harekâta girişti. Subayların büyük bir kısmı taktiklerini yerinde bulmuyor olsalar da açıkça eleştirmeyi göze alamıyorlardı. Bakışlar genellikle daha üstün niteliklere sahip Mustafa Kemal üzerindeydi.

Bir sonuca varamayacak olan Derne Seferi’ni can sıkıcı bulan Mustafa Kemal, İstanbul’daki can yoldaşı arkadaşı Salih’e (Bozok) bir mektupla şöyle diyordu:

“Silah arkadaşlarından bazılarının, donanmasına sırtını dayamış bir düşmana karşı çıkmak için Akdeniz’i ve uzak çölleri aşmış olduklarını ve buralardaki yurttaşlarıyla kucaklaştıktan sonra düşmanı, kıyının bazı kesimlerinde durdurmayı başardıklarını bilmek, herhâlde seni memnun etmiştir.
Bilirsin ki, benim askerlik mesleğinin en çok sevdiğim tarafı ustalığıdır. Burada bu sanatın bütün gereklerini yerine getirmek için fırsat ve zaman bulursak, ülkenin yüzünü güldürecek işler yapabiliriz.
Ah Salih, Tanrı şahidim olsun ki, hayatta tek istediğim, orduya yararlı bir eleman olabilmektir. Ülkeyi koruyup vatandaşları mutluluğa kavuşturmak için, her şeyden önce, ordumuzun yine eski Türk ordusu olduğunu dünyaya ispat etmek gerektiğine öteden beri inanmaktayım…”

Bu olaylar arasında, Mustafa Kemal 14 Kasım 1911’de binbaşılığa, Enver Bey ise 23 Mayıs 1912’de yarbaylığa terfi ettiler!..

Türk Ulusuna saygıyla…

Mehmet R. Aşar, Ocak 2025, Antakya

“Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır.”
Mustafa Kemal Atatürk

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir