
Bir Yazara Mektup, Zerrin Oktay’a…
Kitabınızı okudum değerli yazar. Elfene Yayınları’ndan İsviçre Beyazı adıyla elimize ulaşan anı/romanınızı… İyi ki okudum.
Hülya Soyşekerci kaleme aldığı 2015 Öykü Bildirisi’nin bir yerinde şöyle diyor: “Öyküler, yaşamın sesini yükseltiyor, içimdeki çelişkileri çözüyor. Yeniden güç veriyor bana; umuda tutunuyor ellerim. Dışımda gürül gürül akan yaşamın dinamizmini yankılayan bir dünya var. Tüm çelişkileri, çatışmaları, devingenliği, durallığı, atılımları, dönüşümleriyle evrenin sonsuz akışkanlığında yol alan bir dünya… Öyküler, beni bu dünyanın farkındalığına götürüyor. Toplumu, insanı, acıların içinde güzellik arayışını, acıları dönüştürme çabalarını duyumsuyorum öykülerde. Duyguları, düşünceleri ve çelişkileriyle insanı, insanımızı buluyorum onlarda. Birçok öykünün satırlarında evrenselden yerele, yerelden evrensele ulaşan dönüşümleri, titreşimleri algılıyorum. İçim öykü güzelliği ve öykü sevinciyle doluyor.”
Kitabınızda yaşam öykünüzün ilk otuz yılına yer vermişsiniz. Okuduğumda ise Hülya Soyşekerci’nin söylediklerine çok ama hak verdim. İçim dışım öykü kesti.
Bir Fransız felsefecinin sözü olmalı ama adını tam olarak anımsayamıyorum. İnsan belleği bazı konularda uzun yıllara dayanamıyor ne yazık ki. Yanılmıyorsam söz şöyleydi: “Estetiğin en son varacağı nokta sadeliktir.”
Kitabınızı okurken pek çok yerde bu söz üstüne de düşündüm. Kitabınızı bu sözle yan yana düşündüm pek çok yerde değerli yazar.
Kitabınız beni uzun süre etkisi altına alacak belli ki. Öyle de görünüyor. Hiç kaçarı yok çünkü. Sözünü ettiğim şey salt kitabınızın sadeliğinden, sade anlatımınızdan ötürü değil ama. Kimsenin kolay kolay dayanamayacağı, kaldıramayacağı olaylarla başa çıkmanızdan, onların üstesinden gelebilmiş olmanızdan ve bundan ötürü size duyduğum derin saygı yüzünden de değil tam olarak. Kitabınız şaşırtıcı, ürpertici, düşündürücü; yakalayıcı, yaralayıcı, sağaltıcı… Ama bunlarla da sınırlayamam gerekçemi. Yaşadıklarınızdan bir yazarı yaratmadaki başarınızı da katmalıyım bu söylediklerime.
Bilmiyorum ki Gabriel Chevallier’in savaşın yıkımını anlatan Korku adlı romanını okudunuz mu? O kitabı okurken bir çocuğa dönüşmüştüm adeta. Her adımda gözleri irileşen bir çocuğa… Sonra asker oldum cephede yazarla birlikte. Ve o Savaştan bir sürü ürkünç olay yaşayıp yine yazarla birlikte sağ kurtuldum sanki ben de. Sanki yazarın başına gelen her şey benim de başıma gelmişti. Jack London’un kendi hayatını anlattığı Martın Eden adlı romanda da mı benzer şeyler yaşamıştım yoksa! Uzatmak istemiyorum.
Şimdi de İsviçre Beyazı değerli yazar… Sizin kitabınız yani. Ben size büründüm adeta kitabınızı okurken. Heidi gibi yalınayak yürürken seyrettiğim bile oldu kendimi İsviçre sokaklarında. Ben İsviçre’yi bilmem oysa. Yaşadığınız yerlerin pek çoğunu da…Başınıza gelenlerin nerdeyse hiçbiri başıma da gelmedi. Sık sık Erdal Atabek’in İnsan Sıcağı adlı kitabını anımsadım ama kitabınızın sayfaları arasında ilerlerken. Üşüyordunuz çünkü her sözcükte. Ne çok ihtiyacınız vardı oysa insan sıcağına. Bütün çocukların ihtiyacıdır insan sıcaklığı. Şefkati bir yüz, sıcak bir bakış başlı başına bir dünyadır öyle değil mi bir çocuk için? Birilerine evlatlık verilerek almışlar bunu sizden. Salt bu da değil ki. Daha üç yaşındayken öğrendiğiniz süt Türkçe’yi de almışlar elinizden ve yaban bir dilin soğuğuna bırakmışlar sizi. Bir suçlu olarak büyümeye mecbur edilmişsiniz. Bir “barbar” olarak…
Bu yaşıma kadar hiçbir yazara vermediğim büyük ödül saklayıp durdum yüreğimde değerli yazar. Oysa siz Nobel Ödülü hayal etmişsiniz yazarlığa başlarken. Benim ödülüm ne ki hayal ettiğiniz ödülün yanında. Dünya’da bir çakıl tanesi kadar bile yer tutmaz ki.
Düşbazlığım da işe yaramaz biliyorum. Eğer yarasaydı Tanrı olmak isterdim bir süreliğine. Ve kitabınızı annelerin, babaların, öğretmenlerin, psikologların, psikiyatristlerin iletişim uzmanlarının, politikacıların okumasını zorunlu kılar, bununla da yetinmez anlayıp anlamadıkları konusunda bir de sınava tabi tutardım onları. Düşbazlığım işe yarasaydı, en basitinden kitabınızı nikahlarını kıyacağım çiftlere armağan etmek için evlendirme memuru olmak da bana yeterdi aslında.
İnsanlık dışı zamanlardan geçiyoruz değerli yazar… İnsanlık dışı zamanlardan… Kadınlar, çocuklar, ağaçlar, dereler, dağ taş, kurt kuş ,her şey, herkes kötülüğün hedefinde… “İyiler” de hiçbir şeye karışmayınca kötülük dörtnala, dolu dizgin geliyor üstümüze. Ama yılmak yok, çekilmek yok…Kitabınızı okuyunca kötülüğe karşı bir yürek yüklendiğimi de fark ettim yenide bir kez daha.
Siz kötülüğe karşı baş kaldırmış ve onu yenerek insanlığa iyi şeyler, umutlu şeyler fısıldayan bir yazara dönüştürmüşsünüz kendinizi. İyi ki kitaplar varmış. İyi ki düş kurma yeteneğinizi elinizden alamamışlar… Edebiyat da yardımınıza koşmuş iyi ki…
Kitap değerlendirmeleri de yapan Münire Çalışkan Tuğ; “Sevim Burak okumak, ateşe atlayıp yanarken hem acı duymak hem keyif almak gibi bir deneyim,” demiş. O sözü ödünç alıp kitabınız için, İsviçre Beyazı için de söylemek gerek aslında.
Kitabınız kullandığınız yazma tekniklerden ötürü bir hafıza derinliği oluşturduğunu söylemeyi unutmamalıyım bu arada.
Sadece hayatınızın belli bir dönemine kadar yaşadığınız bin bir olayı anlatmıyorsunuz İsviçre Beyazı’nda. Kuru bir anlatımla; “Bakın benim başıma neler geldi,” demiyorsunuz… Yaptığınız bu değil kesinlikle. Hayata tutunmak ve kendiniz olmak için bir duruş örüyorsunuz. Bir rol model oluşturuyorsunuz. Kapitalizmin ve cehaletin kurbanlarını çok iyi tanıdığınız anlaşılıyor. Siz çatışıklı, çelişkili, şiddet dolu, acımasız bir hayattan geliyorsunuz değerli yazar. Ve bu yaşadıklarınızdan yaşanası bir dünyaya doğru uzatıyorsunuz ellerinizi. Bizi de böylesi bir kararlı duruşa çağırıyorsunuz.
Bu kitaptan sonra artık siz bir önerisiniz değerli yazar. Özlediğimiz şeyler için, güzel olan şeyler için…Onurlu ve insanca yaşam için.
Sizi saygıyla selamlıyorum. Ve kendime yeni kitaplarınızla buluşmayı diliyorum.
Hayrettin Geçkin

