Deneme,  Kitaplar

Güven Tunç’un Ay Dilbere Romanı Üstüne Bir Düşleme

Sizlerde de var mıdır öyle huylar, bilmiyorum. Ben kendimi, başkalarını, dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için garip garip yollara baş vururum zaman zaman. Söz gelimi taşlarla konuşurum, kuşlara laf atarım, çiçekleri okşarım, börtü böceğe öyküler anlatır şiirler okurum. Su falı denediğim bile olmuştur.

Sözcüklerle aramın iyi olduğunu düşündüğüm zamanlar tutar onlarla yaşanmamış dünyalar kurmaya çalışırım. Dil dökerim onlara. Ötelerine diye çıkarım anlamın. Sözcüklerin yerine koyarım kendimi. Kalbini dinlerim onların uzun uzun. Zaten iyi kalpli öykülere, şiirlere, masallara her daim kalbim de kapım da açık.

Garip huylarım bunlarla sınırlı değil. Sıraya koyduğum kitapların sırasını bozarım kimi zaman da. İlle ki içlerinden biri beni ayartır. Akışa uyarım öyle olduğunda. Ama kitabın isteğine uymam. Kendi isteğimi ileri sürerim. Bahanem hazır: İnsanı arıyorum, kendime ve dünyaya gitmek istiyorum. Daha neler!

Geçen, tam da bu dediğim şey oldu: Okunacak kitaplar sırasındaki biri göz kırpıp duruyordu arkalardan. Aralarında gezinirken dürtüp duruyordu iki de bir. Birden bire onu parmaklarımın arasında bulmama hiç mi hiç şaşırmadım. Aramızdaki çekimi öylesine hissettim ki.

Bir öyküde, bir romanda aradığım öncelikle dil tadı, anlatım derinliği. Yazarın ne anlattığından daha çok nasıl anlattığı, neleri eksilttiği, tamamlanması için bıraktığı anlamlı boşluklar bir de… Kalemine uyarak kendisinin de bilmediği diyarlara sürüklenip sürüklenmediği… Konu o zaman ilginç hale geliyor zaten. Deneyin görün öyledir.

Böyle olmasa, hangi kitap sırayı alırsa alsın eski zaman lekeleri arasından Sonra’ya, Sonsuz’a dokunmam mümkün olmaz yoksa benim. Bir göç başlamaz kendimden kendime. Kendime geri dönüşler hiç olmaz… Derdimi anlamış olmalı ki Ay Dilbere’ydi “gel benimle” diyen gizil bir sesle. Dedim koşarım! Çocukluğumdan kalma bir huy çünkü. Bulutların, suların peşinden koştuğum gibi peşinden koşmaya başladım böylece Ay Dilbere’nin. Niye mi? Düşler sarsın istedim bedenimi, masallar sürtünsün her yanıma, saçlarımda rüyalar biriksin, söylencelerle soluklanayım yorulduğumda. İstedim ki düşuçumu geçeyim karlı dağların arasından. Yüreğimi yaşlı mı yaşlı nehirler yıkasın. Kadim şehirler karşılasın beni. Devrim kokularında uyanayım kendime. Sonra da yaralarımdan sevinç şarkılarına dönüşecek şiirler akmaya başlasın. Nerde görülmüştür bencilliğin böylesi!

Az kalsın unutuyordum. Ayın çıkmasını bekledim Ay Dilbere’ye başlamak için. Böyle huylarım da var benim çünkü. Kimi zaman yağmurun yağmasını, kimi zaman güneşin açmasını, kimi zaman da göğün yıldız dolmasını beklerim seçtiğim kitaba başlayabilmek için. Gecenin bilmem kaçını, şafak sökmesini, el ayak çekmesini börtü böceğin kimi zaman da… Yolculuklara çıkmamı ya da yolculuklardan dönmemi bekleyen kitaplar da olmuştur başlamam için. Ender de olsa gökyaşı yüzüme düşmeden okumam dediğim kitaplar olduğunu söylersem kaçık olduğumu düşünmeyin ne olur! Öyle düşünürseniz de size kıyamam ki.

Bazı kitapları okunabilmesi için bazı kitapları önceden okumak gerektiğine de inanırım açık söylemek gerekirse. Tuhaf huylarım var anlayacağınız okumalarımla ilgili. Üstelik bu saydıklarım huylarımın bir kısmı sadece. Ay Dilbere’yi bitirdiğimde Dersim’in Kayıp Kızları, Gece Kelebeği (Perperık-a söe), O Muhteşem Hayatınız gibi romanları okuduğum için bu romana sıra gelmiş olabileceğini anımsadım gülümseyerek. Hoş yine okurdum da beklediğim tadı alamazdım düşündüm. Yeni kendime çıkmazdı okuma yolculuğum büyük olasılıkla diye…

Zorunlu tesadüfler kimi zaman hayatımın odağını oluşturur. Dindar biri olsaydım kader ya da yazı derdim bu duruma.

“İnsan; üç lokma, bir tas su, yedi adım, biraz can, biraz da hevestir.
Bunların nuru onurdur…”

Kitabın ön kapağında yazılıydı bunlar. Tırnak içindeydi. Dünyadan sıkılmıştım kitaba başladığımda. Çok sürmeden, Ay Dilber’e, aldı beni masalsı bir edayla kendi gerçekliğine. Ben de hazırdım zaten. Bir kanadımla sana uçmak istiyorum, biriyle kopmak istiyorum kendimden dercesine bıraktım kendimi sayfalarına.

İlk ağırlandığım yer: “Ezeli suların, kutsal dağların ve eteklerinde uzanan geniş, kerim ve bereketli ovaların güzel diyarı…” (S:7). Mehmet Uzun’dan mı duymuştum daha önce böyle yerler olduğunu! “O hasretin tüm tonlarıyla acılaşmış gırtlak. Yangınlarla, sürgünlerle bileylenmiş, keskinleşmiş seda…” (S:16) Onun Kader Kuyusu’ndan mı yankılanmıştı yoksa kulaklarımda! Bilmem ki!

“Rızık senden gelir. Rızkı önce dağa ver taşa ver, suya ver, ormana ver ,ağaca ver,yabandaki kurda ver kuşa ver sonra insana ver, komşularımıza ver, muhtaçlara ver, en sonunda, kalırsa, biz naçarlara ver.” (S:17)

Annem de mi bana böyle dualar ederdi, okula gittiğim sıralar, arkamdan! “Herkesin çocuğuna zihin açıklığı ver, sonra da benim yavruma.” Ama annem böyle dualar ederken avuçlarını semaya, kollarını iki yana açtığında, “Hak” ya da “Hızır” değil de “Allahım” diye seslenirdi yüzünü gökyüzüne daldırarak. Ben bunu, insanların inançları ne olursa olsun, hangi coğrafyalarda yaşarsa yaşasın, doğa ve duygu kardeşliğine yoruyorum bugün. Dil, din, renk, düşünce, coğrafya gözetmeksizin doğa ve duygu kardeşliğine… Tanrı bile bu kardeşliğe engel olamaz. Olamaz işte!

Siz ne dersiniz bilmem ama okunacak kitapla iyi geçinmek diye bir şey de var aslında. Yazarla kapışmayın, onunla farklılaşmayın, ona soru sormayın, öneride bulunmayın demek değil bu. Ay Dilbere ile iyi geçinmek için de bazı şeylerin gerekli olduğunu sayfalar arasındayken öylesine hissettim ki. Örneğin, yakın tarihimizi bilmem gerekiyormuş belli ölçülerde. Kahramanmaraş Olayları’nı, 12 Eylül’ü, 6-7 Eylül Olayları’nı, hatta onlardan daha öncesini… Laf aramızda tarihimizin kara lekeleri de var çünkü bir hayli.

Yazarın olay örgüsü sırasında yaşadığı kaygının farkına vardığımı da söyleyebilirim. Bence dil, anlatımdaki derinlik… Asla rahatsız etmeyen bir ses bulmuş. Dili dağların, göklerin, bulutların, suların, şehirlerin diliyle karışık… İnsana sonsuzluk duygusu veren bir duyarlılıkla yazılmış Ay Dilbere’yi. Size her şeyi söylemiyor kitapta, her şeyi açık etmiyor. Öyle ki satır aralarına romanlar sığar. Acılardan dağlar kurulur, koca koca nehirler akar. Sevinçlerle ovalar yeşile kesilir. Acılarla dağlar çıplak kalır.

Söylenmemişlikler için “siz söyleyin”, yazılmamışlar için “siz yazın” diye davet ediyor adeta yazar. Bunun için kolunuza giriyor ve ışık tutuyor size. Yolu siz yürüyorsunuz. Yazarla asıl anlatmadıkları üstünden bağ kurduğunuza şaşırıyorsunuz bir süre sonra. Roman kafanızda böyle şekilleniyor aslında. Mehmet Uzun, Murathan Mungan, Amin Maalouf geçiyor duyarlıklarınızdan dumanlı bir dağ silsilesi gibi. Onların bir kopyası değil yazarınki. Kendisine has. Masal, öykü, söylence, şiir…. Bunlardan ayartılan ayrı bir dil, yeni bir dil, öte bir dil. Öyle ki sizi yakalıyor ve hiç bırakmıyor. Duyarlıklarınızda eriyip giden bir dil mi desem yoksa! Üstelik az önce andığım kitapları okuyup okumadığınızı soruyor. Ya da size öyle geliyor. Tren makas değiştirirken kimi yerde nasıl aşka aralık bırakırsa; Ay Dilbere’de de aşka aralık bırakılıyor mekan ve zaman değişiklikleri sırasında. Bir çeyizin sandıkta kalan gözyaşları, bir ölünün gülüşleri gelip birikiyor bir yerlerinizde. Bir avlu serinliği, bir kuyunun derinliği eşliğinde geçmiş ve gelecek kokusu sarıyor sizi. Düşucunuzda yeni duyarlıklar uyanıyor. Dağ esintileri ve tohum gürültüleri arasında buluyorsunuz kendinizi.

Hesen’i düşünüyorsunuz…Yaralardan, özlemlerden yapılmış yüreğini onun… Sadece onun mu? Ya İpek’in ki? Çariçe’den söz ediyorum! Yüzleşmeler, sorgulamalar giriyor araya sonra. Birbirini görmeyen iki ayna demek haksızlık olur dağlarının dağlarının ardındaki birinin yüzleşmesiyle, sorgulamasıyla; Başşehir’in huzur evlerinden birindeki başka birinin yaşadığı yüzleşme ve sorgulamalara. Dünya eskisi gibi neden güzel kokmuyor diyorsunuz bu yüzleşmelerin, sorgulamaların içinden geçerken. Ben dedim örneğin. Nedenini bilmiyorum.

Bir kitap yazıyorsanız konu çok. Çelişkiler, çalkantılar çok… İnsan halleri o kadar değişik ki… Ben ne anlatıldığına girmiyorum bu yüzden kitapta. Baştan da söylemiştim. Aradığım bu değildi çünkü. Ben de onu size bırakıyorum. Şimdiye kadar adını duymadığım, romanlarını okumadığım bir yazarın beni böylesine şaşırtmasına şaşırdığımı gizlememe ise hiç gerek yok. Kalan hayatımda, bu tatta pek çok kitap okumayı diledim kendime Ay Dilbere’yi raftaki yerine kaldırmadan önce. Raftaki yerine kaldırmadan önce kitabın içinde geçen ama arka kapağa da alınmış şu birkaç paragrafı bir kez daha gözden geçirdim. Yüreğimi o yerlerin esintisine tutmak için bir kez daha. Orda geçen hikayelere…

“Dağlık haliyle, sanki dünyanın özel olarak yaratılmış yerlerinden biri. Ve yaratıldığı şekilde, olduğu gibi aynen kalan, saklanan, sarmalanan yaban sılası…

Her yeri dağ her yeri uçurum her yeri su… Her yeri su… Yüce dağların derin uçurumlarla ayıran dar, karanlık vadilerinde, geniş çayırların, yüksek yaylaların, arasından, yarların dibinden akan buz gibi soğuk çaylar, dereler… Kayalardan sekişinde neşeli, karanlık vadilerde uğultusuyla korkutucu, o geçilmez, dizginlenemez sular… Gümbürdeyen, fokurdayan, şırıldayan, köpüklenen, parıldayan, menevişlenen akarcalar…

Köpüklene köpüklene yüksek yüksek tepelerden, yüksek yüksek kayalara, kayalıklardan vadilere şelale şelale dökülen, acı, tatlı, ekşi pınarlar… Büyük çaylara büyük derelere ulaşmaya çalışan, bereketiyle büyük, cüssesiyle küçük, aceleci sular…”

(Güven Tunç, Ay Dilbere, Roman, KeKeMe yayınları 2024, 224 Sayfa)

Hayrettin Geçkin

İnsancıl Dergisi’nin Şubat 2025 Saysı’nda yer alan yazım.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir