Deneme,  Güncel - Aktüalite

Nazım’la Yeniden Tanışmak

Dünya Şairi Nazım Hikmet, doğumunun 123. yılında Çanakkale’de iki önemli etkinlikte anıldı. Birinci etkinlik 15 Ocak’ta Korfmann Kütüphanesi’nde gerçekleşti. İhsan Burak Kaynar ve Cem Kılıçoğlu, ustanın şiirlerini okudular ve ustanın şiirlerinden yaptıkları müzikal besteleri sanat ve Nazım severlere sundular. Bu ikilinin bir saate yakın süren sunumu büyüleyiciydi ve estetik açıdan kusursuzdu diyebilirim. Etkinlik çıkışında, TYS önderliğinde yapılan Hasan Hüseyin Etkinliği’ni de göz önünde tutarak, yanımdakilere “Çanakkale hızla bir sanat kenti haline geliyor.” dediğimi anımsıyorum.

18 Ocak Cumartesi günü saat 16.00’da Nazım Hikmet Kültür Sanat Topluluğu’nun Çanakkale Belediyesi Kültür Merkezi Nikah Salonu’nda düzenlediği ikinci etkinlik sırasında sanıyorum herkes önce bir şaşkınlık yaşadı. Yükselen alçak değerlerin reyting yaptığı bir dönemde, bir alternatif olarak sanatın, edebiyatın yeniden toplumu etkilemeye başlaması ve kötülüğün karşısında iyinin, aşkın, umudun, daha güzel bir hayat ihtimalinin yeniden ete kemiğe bürünüyor olmasının şaşkınlığıydı bu. Sevinçle şaşkınlık birbirine yakın düşmüş ve Çanakkale’ye pek de yakışmıştı. Salon dolmuş da ne demek! Dışarıdan bir sürü sandalye taşındı salona. Başa çıkılamadı. Gelen gelene… Salonda yer yoktu… Salonda ayakta da yer yoktu…

Bu yoğun kalabalığın salondan büyük bir moralle çıkmasından başka bir şey düşünemez olmuştum. Etkinliğin beklentinin üzerinde bir şey vermesi gerekiyordu. İkinci bir şaşkınlık daha lazımdı bunca insana. Hepimize… İhtiyacımız vardı çünkü. Organizasyonun, sunumun, konuşmaların içeriği ve insanlarda nasıl bir karşılığa dönüşeceği, şiir okuyacakların sahneye çalışarak çıkıp çıkmadığı, müzik gruplarının ve sanat topluluklarının ne yapıp ne yapamayacağı, nasıl bir performans ortaya koyacakları… Her şey, sonra her şey, sonra çok şey… Her şey muhteşem olmalıydı. Bir çocuk merakıyla bekliyordum olacakları. Kalbim yerinde miydi?

Açılışın ve bir müzik topluluğunun sahne almasının ardından adımı duydum. İlk konuşmacı bendim. Heyecandan unutmuştum neredeyse. Büyük bir heyecanla ve büyük bir sorumlulukla çıktım kürsüye. Öylesine diri, öylesine istekli, öylesine canlı bir topluluk ki karşımda… Öylesine kalabalık… Ve disiplinli ki… Salonda iğne atsanız yere düşmez.

Hangi şaire ilk adıyla seslenebilirsiniz? Can Yücel dersiniz, Fazıl Hüsnü Dağlarca dersiniz, Federico Garcia Lorca dersiniz… O sadece Nazım! Bizim Nazım! Gurbete diye çıkmış, yoğun işleri nedeniyle bir daha memleketine dönememiş, aileden birisi. Hep hasret kaldığımız bir yakınımız… diye başladım konuşmama. Sözcüklerin dilime dolanmasından ilk kez bu kadar korktum. Bir yudum su alıp devam ettim konuşmama. Konuşmamdan sonra sakin bir şekilde izledim etkinliği. Müzik grupları, şiir okuyanlar muhteşemdi. Sunucu harika ifadelerle ve yumuşak sesiyle salonu adeta biçimliyordu. Bilgin Güngör, eşine az rastlanan bir konuşma yaptı. Bildiklerimizi yeniden bilmemiz için sağlam halkalar attı önümüze. Murat Türkeş! O da öyle. Bizi Nazım’ın dünyasında, bilim adamı ve bir sanat insanı tavrıyla dolaştırdı bir güzel. İzmir’den bir konuşmacı da vardı aramızda: Volkan Algan! Ne güzel şeyler anlattı o genç arkadaş. Konuşmasının bir cümlesi özellikle çok ilginçti: “Nazım’dan daha kötü koşullar altında mıyız şu anda? O gülümsedi, iyimser oldu hep…” “Peki biz ne yapmalıyız?” demeye getirdi kısaca.

Bana kalırsa etkinlik ikinci şaşkınlığı da yaşattı salondakilere… Bir kere kimse sıkılmadı. İki buçuk saat herkes nefesini tuttu. Sevinç içinde, umut içinde, güven içinde ayrıldılar oradan… Herkes kendisine bir ödev vererek ayrıldı hem de… Herkes kendini gözden geçirecek, herkes adil, eşit, demokratik bir ülke yaratmak için Nazım iyimserliğinden etkilenerek işe kendinden başlayacaktı belli ki.

Teşekkürler Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Sanat Topluluğu… Teşekkürler Çanakkaleli sanat ve Nazım severler.


Konuşmamdan birkaç pasajı aşağıya alıyorum:


Olabilirse, dilde yarattığı tufanla, Türk şiirinde geleneği alt üst eden ve yeniyi kuran çok katmanlı şiiriyle, arka çıkılmamış düşüncelere arka çıkan; bilinir olmayanı bilinir hâle, görünür olmayanı görünür hâle getiren ve öte gerçekleri uyandıran Nazım’ı, edebiyatımızda bugün de sürdürdüğümüz demokrasi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde nereye koyacağımız, onu pratiğimize nasıl katacağımız, nasıl anlayacağımız ve ne şekilde başucu yapacağımız hakkında bir düşünce paylaşımı olacak… Biliyorsunuz, her buluşma, yeni bir tanışmadır. Yine olabilirse Nazım’la bu konuşma aracılığıyla yeniden tanışacağız…

Nazım, söylediklerini şiiriyle söyledi. Onun dünya görüşünü, insana bakışını şiirlerinden öğrendik. Dolayısıyla şiirleri, aynı zamanda onun siyasi kimliği ve dünya görüşüdür. O, düşlerinin ve yüreğinin dağlarından topladığı çiçekleri şiire dönüştürüp bizlere sundu. Bütün bir insanlığa… O, böylece bu toprakların soyundan olmakla beraber bütün bir insanlığın şairi oldu. Yeryüzülü en iyi hemşerimiz oldu o bizim.

Şiirimizde; Karacaoğlan, Yunus, Pir Sultan ve Dadaloğlu damarına sağlam bir halka olarak eklenen Nazım, bu toprakların ortak bilincinden damıttığı imgelerle, içine bırakıldığımız zamandan başka bir zamana gitme arzusudur. Ve bugün artık o, bizler için, içinde bulunduğumuz ruhsal yoksulluğumuzu giderecek bir ütopyadır.

Onun şiiri, felsefenin özünden doğan, onunla yoğrulan, verili gerçeği sorgulayan ve dünyayı bütünlüğü içinde kavrayıp dönüştürmeyi temel alan bir şiirdir. Gelecek güzel günlerin şiiridir. Böyle bir dünya için verilen kavganın şiiri… Onun öyküleri, romanları ve yazdığı oyunlar da bu özelliktedir.

Türkçenin, aşkın, barış için kavganın ve gelecek güzel günlerin büyük şairi, yeryüzülü hemşerimiz Nazım, bizler için düş bilgisi ve gelecek bilgisi demektir aynı zamanda. Onun Kurtuluş Savaşı Destanı’nı doğru kavrayabilmek bile tek başına bu coğrafyada geçmişin ve şimdinin bilgisini edinmemize ve insanımızı doğru tanımamıza yardım eder. Yine onun Şeyh Bedrettin Destanı, şimdiye kadar pek de bilinmeyen bir tarihle yüzleştirir bizleri. Ve yine Aydın Ortaklar’da, Nazım’ın “yârın yanağından gayri” diye ifade ettiği, bir zamanlar birlikte üretilen, kardeşçe bölüşülen bir hayatın izlerine götürür bizi. Kuşkusuz oradan da mümkün bir hayata ve mümkün insan ilişkilerine, yani başka türlü bir dünya düşüne teyeller düşlerimizi. Salt bunlar bile geleceğe sağlam halkalar atmamız için kolaylıklar sağlar bizlere.

Başka bir şey daha: Nazım’ı kavradığımızda, dünyada ve ülkemizdeki gelir dengesizliklerinin, savaş politikalarının, açlığın, yoksulluğun nedenlerini kavramış olmayız yalnızca… Başkalarının acılarına seyirci kalanların, kendi acılarıyla başa çıkamadığını fark etmenin dışında Kahramanmaraş, Sivas, Roboski, 6-7 Eylül olayları, Hrant Dink’in öldürülmesi, Soma Faciası, Suruç ve Ankara katliamlarını ve içinde bulunduğumuz şu anki ortamı ve buna benzer daha pek çok olayın nedenlerini kavramamız kolaylaşır. Gezi’de yitirdiğimiz gençler için “Bu çocukların bir bildiği vardı.” dememiz de kolaylaşır… Ve o çocukların, Nazım’ın çığlığına eklenen “Ben yanmasam / sen yanmasan / biz yanmasak / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” çığlıkları düşüverir duyarlıklarımıza…

Bu kadarla da değil; aşımıza, ekmeğimize göz koyanların ve hayatımızı cehenneme çevirenlerin de bir bildiğinin olduğunu anlar ve bu iki farklı durumu birbirinden kolaylıkla ayırt edebiliriz. Böylelikle sosyalizmin bir dönemine ait yanılgılarımızın ve yenilgilerimizin yarattığı ruhsal çöküntüden bir an önce kurtulur, barış için, özgürlük için ve ileri bir insanlık için daha büyük bir coşkuyla iş başı ve düş başı yapabiliriz… Biliriz ki “Esir düşmek de var hesapta… Ama bütün mesele teslim olmamakta… Yani yürekte.” Biliriz ki; “Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim / akarsuyun / meyve çağında ağacın / serpilip gelişen hayatın düşmanı…”

Nazım’a göre şiir bir kaçış alanı değil. Ona göre, insanlığın istediği dünya var olmalıdır, yoksa yaratılmalıdır. O, buna inandı. Bizi de buna inandırmak istedi. Bu nedenle Nazım asla masum değildir. Çünkü çölü yeşertecek kuyunun yerini biliyordu o.

İnsanlığın sorunlarına ve acılarına seyirci kalmayan, bizzat o sorunları ve acıları kendi sorunları ve acıları hâline getiren; her dilde acı duyan, onları kendi şiir diline çeviren ve bunların çözümü için de mücadele veren Nazım, bugün artık bizler için başka türlü bir dünya özlemidir. Öyle bir dünyanın imgesidir. Ve öyle bir dünyaya yolculuktur aynı zamanda.

Nazım’ı önemli kılan, onun kaynağını belli bir felsefeden alan, kökleri çok derinlerde, iri gövdeli, uzun dallı ve geniş yapraklı şiiri değil yalnızca… Onu önemli kılan; “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerinde en geniş özetini bulan dünya görüşünü, şiirinin içinden söylemesi, böyle bir dünyayı görünür kılması ve görüntüye getirmesidir.

Nazım’ı ölümsüzleştiren; aşkın, edebiyatın ve sanatın incelttiği bir dünyada yaşamak arzusudur. Şiiriyle ve yaşamıyla bu konudaki ısrarıdır… Onu, onun şiirini ve onun dünya görüşünü anlamanın, “gitmekte ve gelmekte olanı” sezebilmenin eşiği tam da burasıdır.

Hayrettin Geçkin

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir