
Yaram Derine Düştü
Sezai Sarıoğlu’nun Yaram Derine Düştü adlı kitabını okuyunca, 12 Eylül’de evinden alınarak köydeki karakola götürülen ve bir daha geri dönemeyen Cengiz Aksakal üzerinden bir döneme ilişkin Şavşat’ı ve Şavşat insanını tanımıyorsunuz yalnızca… 12 Eylül’ün Türkiye’de neyi hedeflediğini de anlıyorsunuz. Nasıl bir insan profili istediğini, nasıl bir ülke yönetimi, nasıl bir ahlak?
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Geldik bugüne bugüne!” dizesi de “neyin nesi şimdi?” diyeceğinizi biliyordum. Daha durun! Dünyayı ateşe veren efendilerin arasındaki ilişkilere kadar varacak iş çünkü. Ukrayna’ya, Filistin’e ve Gazze’ye düşen bombalara kadar… Uykusu kanayan çocukları düşüneceksiniz oralardaki… Cerattepe’de, Kazdağları’nda, Akbelen’de ve daha pek çok yerde acımasızca yapılan doğa katliamları çıkacak karşınıza…
Aman tanrım? Hayır, hayır! “Tanrı sen kimden yanasın?” diye bir soru sormuyorum ki ben. Onu da nereden çıkardınız?
Pardon, biriniz “Suriye’ye birdenbire ne oldu?” diye soru mu sordunuz? İlk gençlik yıllarımda köyde olduğum bir sırada, kaybolan ineğimizi aramaya çıktığımda karşılaştığım manzara geldi şimdi de gözümün önüne, siz öyle söyleyince. Üç beş kurdun birleşerek ineği nasıl parçalayıp yere indirdikleri… “Suriye ile ne ilgisi mi var?” Aklıma geldi sadece.
Yaram Derine Düştü adlı kitabı okuyunca sanki damladan denize ulaşıyorsunuz. Ben kendimi hep öyle hissettim nedense. Sık sık geri dönüşler yaptım kitapta. Daldığım oldu. Kaldığım oldu. Ağladığım oldu. Avazım çıktığı kadar sustuğum, uyumadığım.
2024 yılına ilişkin birincilik ödülü verdiğim “Hamdolsun Allah’ıma hedefimizi tutturduk ve milletimizi enflasyona ezdirmedik” şeklindeki espriye gülemedim ama. Sadece kısa bir şiirimi okudum kaç gün üst üste:
(Yaptığından utanacak bile olsa bile efendi / neye yarar zincirlerinden vazgeçmedikçe köle.)
Türkiye’de durum bu çünkü. Efendilerin utanacağı da yok ya. O da ayrı bir sorun. Böyle bir şeye ihtiyaç duymamak için halka biraz daha din, biraz daha milliyetçilik vererek iş halloluyor çünkü. Gerisi “hah hah!”
“Neden bunları anlatıyorsunuz?” “Bunların Cengiz Aksakal’la, 12 Eylül’le ne ilgisi var?” Evet! Evet! Haklısınız. Dalgınlık işte!
Ben Şavşatlıyım. Hem de öğretmen! Öyküyü anlatayım. 12 Eylül günlerinde Rize istikametinden Artvin istikametine gitmekte olan bir yolcu aracı durdurulur, kontrol yapılıp terörist vs. aranır. Er, komutanına yüksek sesle: “Komutanım buldum, buldum! Hemi Şavşatlı, hemi de öğretmen!”
Bizim oralarda arazi kıttır. Geçim zordur. Hele eskiden daha da kötüydü işler. Ya İstanbullara gider, ya taş ocaklarında şurada burada çalışır, üç beş kuruş kazanır ya da köyde taştan ekmeğini çıkarmaya çalışırdı insanlarımız. Benim babam taş ocaklarında çalışmış örneğin. Birinde, parasını alamayınca günlerce süren kaçak göçek yolculuktan sonra köye dönebilmiş İstanbullardan. Bir daha da çıkmamış gurbete. Benim ortaokul yıllarımda hiç harçlığım olmadı. 25 km köyden sırtımda taşırdım haftalık ekmeğimi. Öyle okudum. Arkadaşlarımın çoğu benim gibiydi. Annem mi?
Baktı ki buralarda yapamayacak
Tarla tapan beceremiyor
Babamla kavgamız da hazır bahane
Git oğlum dedi buralardan
Dayanırım hasretliğine
Annemi dinledim. Öyleydi bizim orda, okursan kurtulursun. “Yoz mala tuz yok, okumayana kız yok,” atasözü bizim oraya özgüdür. Siz bu sözün anlamını nasıl olsa öğrenirsiniz. Neyse!
Bizim orda okuyanların büyük çoğunluğu öğretmenlik mesleğini seçerlerdi. Ağırlıkla da tayinlerini doğup büyüdüğü memleketlerine ister, gecesini gündüzüne katarak konu komşusunun çocuklarına hizmet ederlerdi. Komşularını bilgilendirirler, daha iyi yaşam olanakları için onlara önderlik ederlerdi. Birer rol modeldi her biri. Hepsi değil tabii… 12 Eylül’e kadar özellikle bu böyleydi. Sonra âlem değişti.
Aslında öğretmen olan kişi kendisini de ailesini de bir bakıma kurtarmış oluyordu. Köydekilere göre kıyaslanmayacak bir konfor yakalamış olsalar da halkın sorunlarından uzak durmazlardı buna rağmen. Che Guevara’yı anımsayın: Tıbbiyeyi bitirdiğinde serseri bir gençtir. Doktor olduğuna göre ekonomik durumu halkın büyük çoğunluğundan çok çok iyi olacaktır. Nereden baksanız elit tabaka içinde yer alacaktır, öyle ya! Arkadaşıyla motosiklet sırtında sırf macera olsun diye Latin Amerika’yı dolaşırlarken köylülerin nasıl sömürüldüğünü, nasıl tarafsızlaştırıldıklarını görünce iş değişir. Onda bu tanıklık vicdana dönüşür. Onda oluşan vicdan, başkalarının insanca yaşam hakkını savunmaya zorlar onu. O bir mecbur insandır. İnsanlığa mecburdur artık. Bizim oralı öğretmenler de bir bakıma Che gibiydiler işte. Onlara da tanık oldukları hayat, okudukları kitaplar, gördükleri, öğrendikleri şeyler benzer bir vicdan sunmuştu. Öğrencilerini kendi çocuklarından, konu komşularını, yörenin yoksul halkını kendi ailesi gibi gördüler. Cengiz Aksakal böyle bir öğretmen işte.
Yaram Derine Düştü adlı kitapta yazar, usta bir heykeltıraş taşı, küçük bir çekiç darbesiyle nasıl şahesere dönüştürmüşse, benzerini yapmış bence o da. Cengiz Aksakal’ın, Nazi kamplarında rastlanabilecek türden bir işkence sonucu katledilmesinin etrafında bir sürü şeye tanık etmekte okuru. Cengiz Aksakal’ın yakınlarını, ilişkide bulunduğu insanları konuşturmuş ve bir dönemin utanılası gerçekliğini gözler önüne sermiş. Karşımıza bir Türkiye gerçeği çıkarmış. Ancak bu gerçeklik kurgusal gerçeklik değil. Gerçeğin ta kendisi.
Cengiz Aksakal, maaş almak için ilçeye giderken yaptığı ihtiyaç listesine kızının çiçekli gecelik için istediği kumaşı da not etmiş. Fakat alamamış. Kızına, “Bir dahaki aya kızım, çünkü param yetmedi,“ diye açıklamış. Teneffüs sırasında kızı, arkadaşında gördüğü yeni önlüğü görünce beğendiğini ifade etmiş. “Bunu bana baban aldı,” deyivermiş arkadaşı da büyük bir övgüyle. Kızcağız eve gittiğinde babasına, “Hani paran yoktu…,” diye mızmızlanmış. “Senin eski de olsa giyeceğin bir geceliğin vardı kızım, ama arkadaşının okulda giyeceği önlüğü yoktu. Ne olur anlayış göster,” demiş.
Travmayı zar zor atlatan, tahmin ve tahammül edilemez acılardan geçen oğlunun anlatımlarından anlıyoruz: Ailenin hukuk mücadelesi sonuç vermiş ve babasının katili belirlenmiş: Adapazarı’nda yaşayan bir astsubay. 12 yaşında babasız kalan oğlu: “Şimdi buradan kalk, otobüse ya da trene bin, Adapazarı’nda adamın evini bul, kapısını çal. Karşına o çıkarsa ne âlâ… Ya 12 yaşındaki oğlu çıkarsa, ne yapacaksın? Gerisin geriye dön.”
Benim ilkokul öğretmenim, faşistlerce öldürülen Remzi öğretmenin ve işkencede öldürülen Cengiz öğretmenin ağabeyi… Öğretmenimin oğlu, çocukluk arkadaşım Turgut Aksakal. Onun anlattıklarını okuduğum bölümde öğretmenimin fotoğrafına da rastladım… Bana köylülerimi, ülkemi, dünyayı, insanları ve kitapları sevmeyi öğreten öğretmenimin o acıları yaşadıktan sonraki fotoğrafıydı gördüğüm. Kendime gelmekte zorlandım.
Kitapta çok sayıda tanıklığa yer verilmiş. Halk TV’den tanıdığımız İsmail Saymaz’a da rastlayacaksınız kitapta. Onun anlattıklarına.
Bu kitabı okuyup okumamak sizin bileceğiniz bir şey. Ama! Aması yok işte! Canan Kayışlı’dan duyduğum, ama kime ait olduğunu bilmediğim şu sözlerle bitireyim yazımı: “Öz’ü istiyorum, ruhumun acelesi var. (…) Hayatın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla olmak istiyorum.” Aynı şey! Ben de insanı arıyorum. İnanın, kendimden başladım.
Son söz kitabın yazarı Sezai Sarıoğlu’na olsun: Sakalları, dağların, suların, göklerin ve şiirin aşkıyla aklaşmış dostum! Sen ki bir aşk militanı ve bir barış gerillası olarak yaşıyorsun şu dünyamızda… Sana aşk olsun. Emin ol, bu kitap artık topraklarımızın ve insanlarımızın hafızasında. İnan bana, bir gün kavga kurulur. Ve ne çok şiir akar yaralarımızdan. Gülmek, devrimci eylemden sayılır güzel dostum; bayrama saklıyoruz sevinç gözyaşlarımızı.
Hayrettin Geçkin


Bir yorum
HayatiSarnık
Bizim milletin en kötü özelliği, ileri çıkana çelme atmaktır. Özümüzden ne kadar uzaklaşırsak o derece batağa saplanırız. Bu da cehaletle kazanılır. Her çağda muktedirler Türk’lüğü unutturmaya çalıştılar ve başarılı oldular. İçimizdeki hainler, dış güçlerden daha kötü.