
Barış Mı Dediniz Beyler
Barışı savaş çıkartanların savaşına bakarak mı kavrayacağız? Arap baharı diye anılana mı? Gılgamış’ın destanını okurken mi anlayacağız, yoksa Babil’in kuruluş efsanesinin baş tanrısı Marduk’un yaptıklarına bakarak mı öğreneceğiz? Savaş tanrıları yanında barış tanrıları da var madem, neden savaş gibi kurumlaştırılmamış veya sanayileştirilmemiş barış da? Olmaz mıydı, olamaz mıydı bir “barış bakanlığı”, “barış sanayi”?
Barış diyebilmek için geçmişe, en eskiye gitmek mi gerek diyorum. “Şeylerin kendisine gidelim” diyen Edmund Husserl anılsa da bu satırlarda, insan nasıl ve nerede masumiyet ve merhametini yitirdi de bugüne gelindi diye düşünmekten alamıyor kendini. Şeylerin kendisine gidilecekse, barışı anlayabilmek barış ortamını bilmekle mümkündür. Bize yadigâr barış ortamını anlatan bir mit var mıdır? Düşündüm de, savaşı biliyoruz çünkü günümüzde bile hâlâ var olan savaşın ne olduğunu savaş ortamından biliyoruz. Tarih sayfaları, mitolojik anlatımlarla, günümüz televizyonlarından, medyadan görüp, duyuyoruz, okuyoruz hep. Peki ya barış? Barışa dair ortamlar nerede? Barış kavramı dışında anlatılan, konuşulan, mitleşen bir barış ortamı var mı? Yığınla soru var aklımda, kafam olmuş bin beş yüz…
Günümüzü zindan eden, barıştan uzak bu olumsuzluklar neler, bulsak deşsek, paramparça edip anlasak keşke… İnsanlık hiç mi yaşamadı barış ortamını? (Bir tarihçinin, insanlık tarihinin son 3500 yılı civarını merkeze alarak, dünyada bilinen hiçbir büyük silahlı çatışmanın yaşanmadığı sadece 268 gün olduğuna dair tahminini bir yerlerde okuduğumu hatırlıyorum.) Değişen, dönüşen şeylerin merkezi nerede? Barış için en gerekli olan masumiyet ve merhametin nerede ve nasıl elini, kolunu, ayağını bağladılar ki bir türlü çözülemiyor?
Barış, insanın yaşamını sağlayan, yaşamın sunduğu bir ilk değer, bir lütuftur. Bir bütünlükler sistemi, iyiyi ve güzeli isteyen kavramlar toplamıdır. Adalet, erdem, etik, sevgiyi yaratan bir tamlık, tamamlanmışlıktır. Yaşamın tüm boyutlarına vicdanı, huzuru, güveni, dürüstlüğü, refahı tesis edendir. Bir memnuniyet halidir; insanın, insanlığın, insani duyarlılığın seçimlerinin toplamıdır. Merhabadır, günaydındır her sabah çevreye ışık saçan. Barış artık özlediğimizdir, hep çok uzaklarda. Öyleyse geri getirmenin bir yolu olmalı.
Halbuki savaş ortamını yaratacak her şey tam tekmil hazırda bekliyor. Her an, ordusu bile var. (Zaten ordu savaş için değil midir?) Barış için de, barış ortamını sağlayabilecek güller, karanfiller ekip “yeryüzü aşkın yüzü” yapacak ordular kurulamaz mıydı? Şimdi bakıyorum da yeryüzü/doğa zaten kutsal. Başka kutsala gerek var mıydı? Kafam olmuş bin beş yüz dedim ya…
Kadınlardaki döngü, doğadaki döngüyle aynılık gösterdiğinden, kadın doğayı anası, öğretmeni bellediğinden, yaşamı kurmuş. Kadın, doğadaki mantıkla hareket eden, yani elbette doğurdukları büyüttükleriyle sağlamış olmalı barış ortamını. Barış demek için beyler, o ilk başlangıca, barış ortamı zamanlarına bakmak lazım. Barış kavramının ortaya çıkmadığı zamanlara. Çünkü kavram, kaybedilenin ardından çıkar: anlamak, anlamlandırmak, anlatmak, tutunmak, avunmak için. Varken o, kim ne yapsın kavramını? İlkel dediğimiz o ilk insanlar, barış ortamında nasıl yaşadılar ve bu ortamı neden, niçin bozdular? İnsanlık tarihinin ilk yazılı reformunu yaptığı söylenen Urukagina’nın toplumsal düzenlemelerini yazan tablette geçen “amargi” (ilk hâle dönüş anlamına geldiği düşünülen bu sözcük), bir barış ortamının varlığı ve bozulduğunun ispatıdır. O sözcük, tam da ihtiyacımız olan barış ortamını işaret ediyor olabilir.
“Hayatın başı ve sonu anlaşılmadan, ortada yaşanılanlar anlaşılamaz.” demiş ya Johann Wolfgang von Goethe… Dudağımın kıvrımında, eski çağlardan kalma bir yorgunlukla yine de, gülümsemeyi unutmamalı insan diyorum kendi kendime. Unutmamalı gülümsemeyle birlikte birçok şeyi. Ayağımı bile unuttuğum zamanlardayız sanki. Yürümüyor, sürünüyormuşuz gibi geliyor bazen. Bazen de dilimi unutuyorum. Sahi, bir dilim var mı? Ya insanın, insanlığın dili diye soruyorum kendi kendime. Ellerim ne kadar beceriksizmiş! Ne ışığı açabiliyor, ne ışık toplayabiliyor. Bu eller başkasınınmış gibi geliyor bazen. İnsana elleri ödünç verilmiş de, kullanma hakkı yokmuş gibi… Kuşları unutmuş, baharda ilk açan ağaç hangisi sorusuna bakakalan gözlerimize ne demeli? İnsanın gözü neden, ne zaman görmemeye başladı diye soruyorum bazen… Milattan önce bilmem hangi yılda eski Mısır’da ruhuyla konuşan münzevi gibiyim/gibiyiz/gibisiniz. Münzevinin yaşadığı çağla aramızda bir bağ mı var hâlâ?
Barış demek için beyler, o ilk çağa, o ilk hâle, mağara kızlarının yanına, Paleolitik annelerin kucağına koşmak lazım. Kimdi o, kimsesiz boş levhayı taşıyan, ilk adımı atan, dirimi başlatan? Baktı etrafına anlamsızca, “ben” deyip sarılırken yalnızlığına, kopup geldi bedeninden bir parça, kendi devamı olan. Ve o ilk bakışmayla kucağına aldı, benim dedi, doğanın hediyesi dedi, ilk ağlayanı rahatlatan… Ana oldu, koştu arzuyla sorumluluğuna. Memesini emen ilk besinini alan yavrusuna sarılanın zamanıydı zaman. Sütü yetmez oldukça topladı bitkileri, kökleri, kaba taşlardan aletler yapıp doğrayarak yedirdi bebeye. Boş levhaya kazındıkça yaptıkları, kolaylaştırdı zor olanları. Yaptıkları arttıkça yetkileri, yükseldi mevkisi, ilahlaştı makamı…
Dişil gücün ilahi ve ilk inanç biçimine dönüşmesi anormal midir abiler, ve mitlerde böyle anlatımlar da var mıdır?
Barış demek için beyler, Sargon ve benzerlerini atlamadan anlamak, anlatmak lazım! Kralsan, başkasının toprağına göz dikebilir, işgal edebilirsin, hele sarayında besleyip sırf başkalarının topraklarını işgal etmek için yetiştirdiğin savaş donanımlı adamların varsa! Bir de İnanna’nın emir ve arzularıdır diyerek tüm yaptıklarına kılıf bulan kızın varsa, her şey doğal… Şimdi soralım: Netanyahu’dan ne farkı var bu Sargon’un? Ki askeri deha diye övüle övüle çivilenmiş hafızalara ve ilham olmuş sonraki krallara.
Barış demek için Marduk’un hatırlanması, hatırlanabilmesi lazım! Güya Babil’in kuruluş öyküsü anlatılan: Düzen vaadiyle (parıldayan vaadlerin tehditkar tehlikesini neden sezinleyen olmadı/olmuyor) bizleri tepeden tırnağa sarmalayan tanrıların tanrısı, dünyanın tek hakimi unvanını da kazandıran. Düzen ki ne düzen; bugüne dek süregelen, algımızı yönlendiren. Marduk gibi nice tanrıları doğuran büyük büyük annesi Tiamat’ı elleriyle hile/dolapla öldürmesi, üstelik yeni dünya Tiamat’ın bedeni olmazsa kurulamayan bu durum, kimin/kimlerin gereksinimini taşıdı hafızalara? Bu vahşeti yaratan nasıl tanrı olabilir ki diye sormayı akıl edemediğimiz bu durum, kimin eseri… Ya kaosu yaratan diye iftira atılan dişil tanrıçanın öldürülmesi makul olan bir anlayışı zihnimize kazıyan… Sahi kaos, her şeyin kökeni/başlangıcı değil midir, doğanın en doğal hali, ışığı uyandırmış olan… Marduk’un dümeni, el koyar Tiamat’ın elindeki kader tabletlerine de sonrası malum; o dümen miras kaldı başka Marduk’lara, hala işliyor bu mit sayesinde…
Barış demek için beyler, Gılgamış’a, hani ölümsüzlük peşinde koşan kahraman diye yutturulan, şu halkına karşı gaddar ve zalim krala sorulması/sorulabilmesi gerekir. Sedir Ormanı’na gidip (ki o zamanlar tanrıçaların mekanıydı sedir ormanları, tıpkı tanrıların mekanı Olimpos gibi) ormanın koruyucusu Humbaba (Huwawa/Kubaba yani kadındı o aslında)’yı yedi korkunç ışığını annesinin selamıyla kandırarak alıp, tuzağa düşürerek kafasını kesen krala. Neden Sedir Ormanı’nda sedirleri kesip sarayına kapı yaptı? Kendini kahraman (kahraman olan, yalan ve hileyle Huwawa’yı tuzağa düşürüp ışığını gasp edip elini kolunu bağlayarak başını baltayla keser mi? Ardından sedir ormanlarına, o kutsal yere, o el değmemiş ormana baltayla girer mi?) olarak gösterip (böylelikle kahraman olarak algılayıp kabul edilmiş) krallıktan tanrılığa terfi etme arzusu muydu O’na bunları yaptıran? Üstelik bunları birlikte yaptığı Enkidu ölümle cezalandırılmış, kendisi tanrıça annesinin torpiliyle affedilmiş… Bu kadar kötülük kokan bu durum normalmiş, gerekliymiş gibi şifrelenip hücrelerimize yerleştirilmiş, bizler de Gılgamış’ı cesur bir yiğit olarak almışız ve kendine kahraman diyenlere inanmaya devam etmişiz… Kuşaktan kuşağa, ölümsüzlük arayışı perdesiyle anlatılıp duruldu, canlı tutuldu (hafızalara böyle kazındı). Tanrıça Ninsun’un garantörlüğündeki şımarık oğlu, düzenbaz, annesinin yardımı olmasa bunları yapabilir miydi? Gılgamış’ın arayışı, dişil gücün ilahililiğinin kırılması ve Sedir Ormanı’nın kutsallığının bozulmasıydı aslında, olamaz mı? İştar’ı reddetmesi boşuna değildi, onunla neler olabileceğini görmek istedi, annesinin onu koruyacağından emin olmak istedi… İştar’ın hamlelerini boşa çıkaran annesinin sayesinde, dörtnala isteklerini yaydı: Erk zihniyetini korkutan, kadın ve doğa, iki ezeli düşman. Gılgamış ile ona yardım eden annesinin eliyle tanrıçalığın bertaraf edilmesi, erkeğin tanrılığına giden yolu açmasıdır bu destan… Kadına da doğaya da dokunabilmenin (kadın gücünü doğadan alıyordu ya, o yüzden tahakküm hem kadına hem doğaya) yolunu açtı, artık herkes dokunabilir, şiddet uygulanabilir, öldürülebilir, istediği her şeyi yapabilir. Kutsallık/saygınlık bozulmaya görsün, durur mu insan?
Barış demek için beyler, Nuh’un gemisinin incelenmesi/incelenebilmesi gerekir! Nuh tufanında bile anayüzlü yaşamı sabote eden hamle var: Tufan diner, sular çekilir, yeryüzü görünür, gemiden ilk çıkandır Nuh. Yeryüzünde ilk adımı görülen erkektir, yaşamı da o kuracaktır, kim bilir bir simülasyondur (ataerkil desenler yaratma mücadelesi) belki de aklımıza nüfuz eden… En eskisi, yanyanalığı betimlese de dişil karşıtı eylemlerin en masumu gibi görünse de bir haset hali görünür yine de… Tanrıçalardan daha önceliğe talip bir büyüklük ister, tüm dünyaya hakim olmak ister, egemenliği yayılsın ister… Nuh’un, erilin hasedine katkısı bence, usulünce kadını geriye atmanın, geride bırakmanın, kadının adının anılmamasının bir yolunun bulunması olabilir… Haset bu, yeter mi, er kişi bu, yetinir mi?
(Askeri hünerler, güç gösterileri, öldürme arzuları, savaş çıkarma potansiyeli gerekli midir insan için, insanlık için? Bir düşünün abiler, olağan mıdır? Dişil anlayışın yaşamı kuran yaratıcı, üretici, kucaklayıcı ülküsünün karşısına başka ne konabilirdi ki?)
Barış mı dediniz beyler? Kadının ötekileştirildiği, barış ortamının bozulduğu saha, belki de orada, o İbrahim’in kentindeki Göbeklitepe’de bakışı başkalaşmıştır artık oğulların… Hasedin doğurduğu, oğulların kümelendiği yerde (kalkık fallusu olan erkek heykeli ve doğum yapan kadının açık çizimi), kadın organı ve erkek organının karşılaştırılması (birinin organı dünyanın en önemli işini gerçekleştiriyor, diğerinin erek halindeyken (egonun şişmeye parlamaya başladığı andır da) olan görevi… Yani doğumda kendi payını anlayıp, anlattıkları yer gözlerden de uzak (Freud penis hasedi dese de her şey tersine çevrildiğindendir ve yeni çağda bile sürmektedir). Asıl vulva hasedidir bu. Öyleyse ilahilik vulvadan alınıp fallusa armağan edilmeli ve kadına ait tüm yetkiler erile devredilmeliydi (erkin ortaya çıkışının anı ve adımlarının atıldığı, halen süren ve insanlığa pek de hayırlı gelmeyen yürüyüşün başladığı yer/eşik)… Tüm bunları yapabilmenin olanaklarının arandığı, oluşturulduğu ve uygulama kolaylığı için ritüellere başvurulduğu istasyon.
Göbeklitepe, Karatepe yani orada bulunmuş ve bulunacak olan taş tepelerde üstü örtülmüş ne çok gerçek var bilmediğimiz. Ters doğum (ters doğumun ne anlama geldiğini biliyorlardı hiç kuşkusuz, kadın için bir risk, bir tehdit) sahnesinin ilhamıyla, tehdidi gerçekleştirmek, her şeyi tersine çevirmek, kadını ön saflardan çekmek… Yani tersine bir dünya yaratmanın/yaratabilmenin yolu yordamının oluşturulduğu, kadına ait ne varsa erkeğe mal edebilmenin koşullarının konuşulduğu, düzenlemelerin yapıldığı mekan. Yetkilendirerek kendilerini, buluşup bu ayinleri yaparak erilin erkini oluşturan, besleyen yolu açan, tarikat ve tören mekanı. Ters doğum yapan kadın çiziminin başka bir çağrışımı da doğumun kadının elinden alınmasıydı belki de, denemediler mi? Neden Adem’in kaburgasından Havva, Zeus’un başından Athena, baldırından Dionysos doğdu sanırsınız? Ancak olmadı, olamadı, bertaraf edilemedi, doğurganlığa gereksinim ve erkeğe mal edilemeyecek bu durum ellerini kollarını bağlayınca, erilin egemenliği ve kontrolü altında kendilerine muhtaç, erkek olmayan olarak sınıfladılar. Ne varsa anaya ait, yarattıkları erk değirmeninde öğüttüler, gömdüler… Elleriyle kudret sütunları, muhafızlık için farklı saldırmaya hazır hayvan sembolleri ile (tüm maharet ve becerilerini sergilediler) erkin planlarını yaptıkları tapınak: Fallus tapınımı. Sonrası malum, fallusun gücü artık her yerde. Tabii böylece kralların oğulları tarafından devrilme/bertaraf edilme korkularına (çoğu doğan erkek evladı ölüme mahkum etmedi mi? Annelerinin makamlarına göz diken baba olmuş oğullar?) da rastlıyoruz yazıtlarda…
Tüm mesele erilin, insan olmayı değil de sırf babalık hakkı üzerinden erk/erkek olmayı seçmesi ve geçişi; o geçiş, yarınların düzenini (Marduk’un taahhüdü) de belirleyen… Göbeklitepe ve çevre tepelerdeki yapılar, toplumsal rollerin doğallığını ve barış ortamını bozan ellerin eseri. Yeniden ama erilin eliyle şekillendirmek için, değişimin/dönüşümün kapılarını açan, başlatan mabet. Zihinsel değişimi de sağlayan, doruğa çıkaran destanlarla taçlandırılan… Hal böyle olunca beyler, amaca ulaştıran, hedefi gerçekleştiren, mekanın bittiği işi, (sabırla yonta yonta zamanı ve taşları iktidar adımları attılar) üstünü örterek defnettiler gitti. Unutturma bandında çekip gitti, tarihin sayfalarına da almadılar. İşaya’nın yeni bir yeryüzü, yeni bir gökyüzü vizyonunu hatırlayın; ne diyordu Eski Ahit’te: “Çünkü bakın, yeni bir yeryüzü, yeni bir gök yaratmak üzereyim; geçmiştekiler anılmayacak, akla bile gelmeyecek.” Sahiden başarılı olmuşlar da. Anaya, analı çağa ait her şey unutulup gitmiş… Kimse yaşamın anasoylu (anaerkil demiyorum, erkten uzak bir anlayıştı; kimi oğluna, kimi kocasına, kimi babasına tolerans göstererek geldi bu noktaya; yani erk olsaydı savaşmazlar mıydı? Bir grup kadın denemedi değil, adına Amazon dediler, onlar da çok azınlıktaydı, eriyip gitti) ilkelerle başladığına inanmıyor. Her şey unutulup gitmiş, “unutturma mitleri”yle işte… Araştırın beyler, tarafsız gözlerle göreceksiniz: orada, o anaların ellerinin işleyişinde, özgürlüğündeydi barış ortamı… Bütünlüğümüzün henüz bozulmadığı, eriştiğimiz mertebemizin elimizden alınmadığı devirde, doğayla aramızdaki bağın sağlamlığındaydı, tüm iyi olan güzel olan ne varsa şimdi hasretini çektiğimiz…
Dünyanın bu işleyiş biçimi biraz da mitolojiden miras, mitolojinin işlevinin katkısından değil midir beyler?
O uzak geçmişin ataları, analara duydukları haset yüzünden dişil ellerin yaktığı ışıkları bir bir söndürdüler. Bugünkü karanlığı başlatan erkek elinin izlerinin başlatıldığı, erilin cemaatleşerek değiştiği, dönüştüğü, yeni erkek anlayışına geçişin sabitlendiği erk alanı, Taş Tepeler’den yayılan eril bültenleri fısıldamaya başladı, işte taşlar… Ataerkilin tohumlarını orada arayın beyler ve algımızı şekillendirmiş olan mitolojinin anlatımlarında.
Yanlış okumalar toplamı, yanlış okumalar kurbanıyız beyler!
Yani bu karanlık, uzak geçmişin aslında iyilikten maraz doğuran… Bugünden bakınca tersineydi her şey, “tersine dünya” idi; ilk atalara değil, ilk anaların elleriyle kurulmuştu dünya ve en uzun çağıydı, adı Paleolitik olan. Bilgileri karanlığa karışan, ortaya pek nadir çıkan/çıkarılamayan… Doğurganlığıyla yücelen analar çağından kalan Willensdorf Venüsü’ne bakın beyler, (aslında Anadolu’da hâlâ muska (üçgen) olarak boyuna asılan da vulvaya atfedilen kutsallığını anlatır) 30 bin yaşında diyor bilimsel verilere sahip olan…
Evet beyler, kahramanı kavramlaştıran tanımı (kaydı çoktan yapılmış zihnimize, barışı gölgeleyen, çürüten), yazılsın kitaplara, duvarlara, ne fark eder… Tanrı olmaya çalışan Kral Gılgamış’ın arzusuyla bulunmuş hikâyesidir (kralların yalanlarıyla oluşmuş gerçekler) ve krallar yapıyorsa normaldir’i kolaylaştırarak öğretmiş olan: (kahraman ya da kral gerek gördüğünde, canı istediğinde öldürebilir, yalan söyleyebilir, tuzağa düşürebilir, hileye başvurabilir… Hafıza böyle kaydetmişse, barış ortamı nasıl oluşacak?) Kadına ve doğaya vurulan baltanın sahibine hain, adi, ahlaksız, erdem yoksunu, cani demedikçe ve bunu bilmedikçe olmaz bu iş. Çünkü barış tanımı, tam da buradan yerle yeksan oluyor: Bu mitler olmasa Oreste annesini öldürebilir miydi? Neron annesine cellat yollar mıydı? (Gerçi tanrıçalığı elinden alınmış olsa bile o çağda kadın hâlâ dimdik eşitleyebiliyordu kendini oğullara.) Mesela, o yüzden cellada -tam da buradan bıçakla- diyerek karnını göstermiş, durumu bir güzel özetlemiş işte… Bu mitlerle yaratılmış belleğimizden ne bekleyebiliriz ki? O mitleri yazdıranların amacı hâlâ hizmet ediyor! En entelektüel, en aydın bile bir gün, kendi yazdıkları söyledikleriyle çelişebiliyor.
Mitolojinin zihnime yüklenmeden önceki hâlini istiyorum…
Mitolojinin attığı anlam tohumlarından önceki belleğimi geri istiyorum. Doğal doğamı, doğal dünyamı geri istiyorum, özsaygımı, masumiyetimi, kirletilmemiş algımı… Unutturmak için yazılmış tüm hikâyelerdeki ayıklananları istiyorum… Arkeolojinin yanlış yorumlanmış kalıntılarının doğru yorumunu istiyorum.
Kadın çağının anaerkil dedikleri varlığını inkâr etmeye devam mı edelim? Tüm var olanları göz ardı edip, çığırından çıkmış, dingonun ahırına dönmüş bu çağa boyun mu eğelim? Gerçek dediğimiz çoğu, kendi kendimize inşa edip taptığımız değil midir? Hücrelerimize yerleşmiş, bizi yönlendiren ve biçimleyen bu mitler, doğru anlamamızı, doğruyu/gerçeği görmemizi engelleyen her şeye göz mü yumalım? Bize gösterilen Gılgamış’ın, Marduk’un gerçek yüzü, hani adamın biri sevimli mi sevimli yumoş ayılar yapıp piyasaya sürdüğü, bir dönem yetişkinlerin bile sarılıp uyuduğu gibi aslında… (Kim gerçek bir ayıya sarılıp uyuyabilir ki?) Tıpkı yumoşlar gibi gördüğümüz yüzlerin çoğu gerçek değil…
Gılgamış öncesi zamanlarını, geri istiyorum yeryüzü için…
Marduk öncesi anlayışı/zihni, geri istiyorum insan için…
Sargon öncesi bakış açısını, geri istiyorum insanlık için…
Nuh öncesi gerçeklerini, geri istiyorum dünya için…
Bu devran hep böyle sürüp gitsin mi hep?
Kavramlara sarılmaktan/umutlanmaktan helak olduk…
Tanrının krallığı diyerek, kendi krallığını kuranları, tanrının kuralları yerine kendi kurallarını yayanları saymıyorum bile… Kadına yapılanların nedeni, anasoylu bağın eksikliği, anailke boşluğunun işaretleri… Köklerimize, ilk özgün hâlimize geri dönemezsek, gezegenin ölümünü de gerçekleştireceğiz ve gelecek nesillerin mahvını da imzalayacağız…
Tam da buradan başlayarak, geriye en geriye, geçmişe en geçmişe gidin beyler, eski yeryüzünü, eski gökyüzünü bulun. Anılmaması sağlanan, unutturulmuş olan, akla gelmesi engellenen ne varsa bulun, çıkarın derinliklerden, kör kuyulardan. Gerçeği bulun, kadına yapılan ne varsa yaşanmış olanı görün, anlayın, anlatın. Kadınları gömüldükleri yerden çıkarın, gerçek hikâyelerini de…
Tüm tarih kitaplarından, tüm yazıtlardan ayıklayın beyler, tüm arkeoloji kayıtlarından silin ataerkil bakış açısını ki, gömülmüş Viking askerlerinin tümünü erkek sanmasınlar. Yakın zaman kazılarda anlaşıldı ki, hem de komuta etmiş birçok kadın var, savaşlarda gömülmüş, yanlarında silah var diye erkek diye kaydedilen (tabii silah kadının eline yakışmaz, erkeklere de yakışmasın artık)… Ya da başında çoban şapkası var diye, yıllarca Kubaba da erkek kral sanılmış. Tüm bu yanlışların düzelmesi lazım, masumiyetin geri gelmesi, yani bize de artık yeni bir yeryüzü, yeni bir gökyüzü lazım, tüm utanç/üzünç dolu hikâyeleri unutturacak olan…
Barış ortamını bozan kahramanlar, hâlâ sürdürüyor bu oyunu: “Hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.” Her alana yayılan çürümüşlük manzaralarından iyi koku çıkmaz, beklemeyin beyler… Barış ortamının esamesi okunmuyor tüm yazılanlarda. Öyleyse şeylerin kendisini bulalım, yazılmayanları yazalım, yayalım… Kafam bin beş yüz hâlâ… Hacer’e bakın beyler, bırakıldığı çöle, çölün kumlarına, Mekke’ye sorun: İlk ve çok eski anaların izlerini taşır Hacer, kuş uçmaz kervan geçmez yerde inşa eder bebeğine/kendine, yaşamı/yaşamını doğasının doğallığında… Sayesinde Mekke kurulur da bir övgü, bir paye alamaz sayfalarda. Eğer erkek olsaydı peygamberler arasındaydı tüm yazıtlarda. Dimdik ayaktadır kadın her çağda, yaratır, doğurduğunu büyütmek için ne gerekiyorsa üretir… Kimbilir daha ne kadınlar vardır bilmediğimiz, kaynaklarda yer verilmeyen… Yakılan, yok edilen, Orta Çağ’da cadı avıyla zirveye ulaştırılan…
Venüs heykeli 30 bin yıl öncesine aitse, öncesini bileceğimiz veri olmadığından, 18 bin yıl kadınların yarattığı yaşam biçimi sürmüş. (Aradaki geçiş de uzun sürmüştür muhtemelen.) 3-4 bin dersek, 10 bin yıldır ataerkil zihniyetin olumsuzluklarında eriyip, çürüyüp gidiyoruz. Üzerinde yaşadığımız gezegeni bile hiçe sayarak, umursamayarak, her şeyi ranta çevirmeye uğraşan, tüm canlıları hiçe sayan bir anlayışı tesis etmiş bu düzenin röntgeni çekilmiş, ortada duruyor artık (görmemek ne mümkün)… Ataerkilin, erkekleri ayrı tutmayan (köle, hadım, ölüme yollama) olumsuzluklara maruz bırakan edasından bıktı artık insan olan, insan…
Lehinize çalışmalar sürdüren ne varsa silin yeryüzünden, gökyüzünden beyler, insanın/insanlığın aleyhine ne varsa yani… Destanlardan, mitolojiden, tarih sayfalarından ve insanın yüzünden, hüznünden, hücresinden silin, iyileştirin/iyilendirin bozulmuş dünyayı! Bizi yanlış yönlendiren ne varsa düzeltin. İnsanlığı barıştan, adaletten, etikten, erdemden, vicdandan uzaklaştırarak biçimleyen ne varsa kaldırın ortadan, kavramları onlarsız öğrenelim.
Cennetten çıkarılarak, doğadan uzak çoraklığa mahkum edilen insana “kendi yiyeceğini kendin üret, doğaya muhtaç olma” demek iyilik için miydi, vaad edilen düzene hizmet miydi? Özgürce, yiyeceğinin peşinde olan insanı, düzen çarkının içine dahil edebilmek öyle kolay mıydı? Barış ortamından nasıl, ne şekilde uzaklaştırıldı insan ki bugün bu durumdayız? Ne çok soru var, cevabı meçhul olan…
Belki dedim, belki de doğrudur ataerkilliğin oluşturulduğu yerdir Taş Tepeler; bir de böyle bakabilirsek kıyamet mi kopacak? (Belki de kıyameti olacak bazı şeylerin…) Niye, neden ki hep aynı hat üzerinden, aynı çizgiden bakıp yorumluyoruz ki? İnanç zaten insanla beraber var olmamış mı, zaten ilk inanç, ilk ilahi atıf kadına… Erilin uzun süre bunu anlamaması da normal, öyleyse anormal değil yazdığım belkiler! Taş Tepelere gömülü gerçekler/gerçeklikler, ana anlayışlı yaşamdan ataerkil hakimiyete geçişin planlandığı, uygulama kararlarının alındığı yerdir. Sonrası taklit, kopya, esin, ilham gittikçe artan. Yazının gücüyle çoğalan, yayılan ataerkil çember, gittikçe genişleyerek büyüyüp çoğalan… Kadınların ötelene ötelene, tarih sahnesinden tamamen silindiği ortada, hem de uluorta…
Barış demek için beyler, barış ortamını aramak, bulmak, anlamak, anlatmak, anlamlandırmak lazım… Yani savaşı, barış ortamı üzerinden anlatmanın zamanı… Kafam bin beş yüz, baştan beri yazıyorum zaten beyler, bu yazıyı ister ciddiye alın, isterseniz es geçin, (ki bu hep böyle: birileri geçit vermezse kalır öylece kendi halinde) ancak yazdım ve yayınlanması için Gündem Arşivi’ne iletiyorum yine de…
Zeren Keziban Karaaslan

