
Göyüntü
“Doğrusu şu ki; insan kirli bir nehirdir. Kirli bir nehri kirlenmeden içine alabilmek için bir deniz olmak gerekir.”
Friedrich Nietzsche
Kentin kenar semtinden sızıp gelen, yaşamlarını alın yazısı ve kadere bağlamış, her an yanmaya hazır, Cengaverler Tarlabaşı dolum tesislerinde ayrıştırıldıktan sonra, kötülüklerin bira niyetine içildiği sokaklara pompalanma döneminin henüz başladığı yıllardı Yasemin sokağa kendini vurduğunda.
Evlerde renkli televizyon patlaması yaşanılıyordu. Özel televizyon kanallarında cici-bici kadınlar; pop şarkılar söylüyordu… İzleyiciler kucak kucağa! Puro içen ablalar… Hayata renk gelmişti! Arzu ettiklerini yapamamış olmanın zorunlu mutsuzluğun bastırılmış perdesi sökülmüştü…
Hiçbir yürek akıntısının olmadığı; salt zevk düşkünlüğünün bedensel çözümünün karşılıklı alımlandığı gece gezmeleri tavan yapmıştı…
Ve bir gece Sıraselviler’de şeytan taşlamaktan ibadete vakit bulamayanların masasına sandalyesini yapıştırdı. Hayata dair çok şey konuşulan o gece Gümüşsuyu’nda bir eve davet edildi…
Fokur fokur kaynayan taşlar inceldikçe, ateşin altında öfke dolu sert çocuklar, kıskanç ve yorumsuzca çekirge sürüsü gibi saldırmışlardı üzerine(…) yiyip bitirmişlerdi kısa sürede bedenini, başlangıçta ayrımındaydı olanların…
Aydınlığı sevmeyen, karanlıkta yaşamayı ilke edindi kendine! Kurduğu ilişki ağı genişledikçe, kötülük mikronu ruhuna yavaş yavaş yerleşti! Bir erkeğin kolları arasında uyuyup kalacak kadın olgunluğundan çok uzaklaştı… Haşarı tavırları ortalığa saçıldıkça tanınırlığı arttı!
Herkes kendi sınırını kendi içinde aşıp yaşıyordu!
Yaşamımda ufak tefek kadınlarla birlikte olmadım; Aristoteles‘i dinledim, alımlı çalımlı endamı uzunları koluma taktım… Bir de Nietzsche‘in tanımıyla ineklerde görünen o sakin ve güven dolu bakışları olanı sevdim…
Ele avuca sığmaz derinliklerin yanı sıra aptallıklarımı keşfedip hem onları hem de hayatı içime çektim. Yine de meydanlardaki heykel yalnızlığından kurtulamadım bir türlü… Hep bir parçalanmışlık duygusu, bütünleşememe korkusu sayrılığı yapıştı kaldı yakamda.
Onca eğreltilemenin ortasında kapıldığım dalgalardan kurtuldukça, içimdeki aykırı adamın sesini dinledim! Kendimi, kendi yaptığım yanlışlarla eğittim sanısıyla uyandım yeni doğan günün sabahına!
İyiliğin mutlak olmadığını, baki kalanın cüzdanda var olan kâğıt parçacıkları sayesinde sanrı yaşadığımı bana fısıldayan, pencereme konan martıydı bir pazar sabahı…
Gizlemesini bilemediğim bir sürü çılgınlığı anlağımın odalarından dışarıya salıp bedenimden akıttım!… İnce şeyleri düşünmek için alçak sesle konuştum.
Kendimle konuştum. Kendimle barıştım. Kendimle alay etmesini de öğrendim aynaya baka baka… Değişken amaçlar için farklı yaşam biçimleri sokaklarda akarken ayrımsadığım uçkunluklara göz attım… Arada bu baharatlı çeşnilere de gönlümde yer verdim! Bazen hayatımın geceleri renklendi. Belki de bu yüzden dünyanın kalabalığını içimde eritebiliyordum.
– “Canım napacan beni?”
– “Cebime koyup taşıyacağım bu şehirden o şehre!…”
Yüzüne bir gonca yaprağı gibi tebessüm iliştirip:
– “Ayıkınca unutursun beni!”
Geniş ve kapatmasını beceremediği bir kapısı vardı. Oturduğu masada duygusala bağladığında sakınmaksızın acılarını, sevinçlerini, mutluluklarını çekilmekten aşınmış tesbih ipinden boşalan taneler gibi dağılırdı dudağından çağıl çağıl akan sözcükler.
Sigara dumanının boğduğu kurşuni havada içini döküp karşısındakiler ile paylaşırken, onların gözlerinin derinliğinde saklanan alaycı karanlığı göremezdi ya da umursamazdı!…
Hayat dama oynayan bir çocuktu. Kimini köle kimini kral yapıyordu!.. Ama, nedense erkekler kendilerini ebedi KRAL, evdeki kadınını köle, dışarıdaki sevgilisini KRALİÇE olarak algılardı…
Yasemin için bu nitelemelerin hiçbir önemi yoktu!.. Kendisini oldum olası masanın cariyesi olarak konumlandırırdı. Şiir okumayı sever. Çok güzel de rakı içerdi.
Kendi yaşamını bedenini ortaya dökerek yaşıyordu. ”İnsan kabul edilebilir yanlışlarıyla güzeldir.” demişti bir gün bana. Şaşırıp kalmıştım .İncecik bedeninde kocaman duygular taşıyan bu kadınla arkadaşlığımı sürdürecektim…
Gittikçe kararan ben’ini aydınlatmak için sokağa iniyordu. Her kaldırım taşında farklı bir topuk sesiyle sekerek yürürken, hayata havlu atmış kalabalığın arasına karışıyordu!… Yalnızlığın kurdelasını keserim kanısındayken çoğalan yalnızlığında boğuluyordu!
Ben bu şehirde kuruyup yıkılan yüz yıllık çınarların gölgesinde serinlerken yaz geceleri, hep avucumda yarısı içilmiş cigara saklardım yanımda, yakınımda duracak yolculara da ikram etmek üzere.
Firari bir adamım kendi yalnızlığımda; geçmişime makara sarıyordum… Tüm anılar bu çıkmaz sokakta. Kaldırımlarında hicranlar büyüttü bedenim. Islak ıslak oturup gökyüzünün erimsiz karanlığına Hicaz salarken sesim ay ışığında parçalara bölünüyordu. Sapsarı bir Hüzzam… Gözyaşını çağlayana dönüştüren uzun bir Nihavent faslını Şükrü Tunar’ın klarnetinden dinlemişti bu kulaklar…
Ruhu kalbura dönüştüren, içinde güzellik adına ne varsa boşaltan masalardan uzaklaşıp, kendimi lacivert bir karanlığa yürüdüm. Bebek Vapur İskelesinin önünde durdum… Gün ışıyana kadar Boğaz’ın sesini dinledim.
Atina-Selanik
Ocak 2024

