Edebiyat,  Güncel - Aktüalite,  Kurgu,  Toplum

Öykü Nereye

Günümüzden yaklaşık 2500 yıl geriye giderek, tarihte ilk öykücü olarak bilinen Heredotos’un Mısır Firavunu Psammetikos’la ilgili şu kısacık öyküsüne kulak verelim önce:

“Mısır firavunu Psammetikos Pers kralı Kambyses’e yenilip esir düştüğünde, Kambyses onu aşağılamak için Pers zafer alayının geçeceği yere götürülmesini emreder. Her şey öyle ayarlanmıştır ki Psammetikos kızını hizmetçi olarak testiyle kuyuya giderken görür. Bütün Mısırlılar bu görüntü karşısında ağlayıp yakınırken Psammetikos öylece durur; gözlerini yere diker, kılı kıpırdamaz, ağzından tek bir söz çıkmaz. İdam edilmeye götürülen oğlunu gördüğünde, gene tepkisiz kalır. Ama esirler arasında yaşlı, yoksul, düşmüş hizmetkarını görünce, yüzünde derin acı işaretleri görülür, dövünmeye başlar.”

Öykü bu kadar. Kesinleşmiş bir son yok. Firavunun niçin dövünmeye başladığına ilişkin kesin bir bilgiye de sahip değiliz. Herodotos daha fazlasını söylememiş. Kim derdi ki bu öykü o zamandan günümüze bu denli bir yankı bırakacak, yeniden yeniden kendisini konuşturup yazdıracak. Ben bunu iyi bir öykünün hayatımızın bir parçası haline gelmesine, okurunu yazar yapabileceğine ve öykünün ölümsüzlüğüne bağlıyorum. Ve yine bunu öykünün; etik, adil ve daha iyi bir toplum, yaşanası ve özgürlükçü bir dünya yaratma isteğini doğal olarak beslediğine…

Günümüzde varlığını sürdüren ve insanı kendisine, insanı başkalarına ve insanı doğaya karşı yabancılaştıran kapitalizmin ve onun yükselen alçak değerlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan savaşlar, insanları geçmişlerinden ve hikayelerinden koparan göçler, derin yoksulluk, işsizlik, salgın, doğa kıyımları, insan kırımları ve iklim krizleri insanları yurtsuz, çaresiz ve kimsesiz bıraktığı noktadada bakıyorsunuz ki öykü yeni biçimleriyle bugün de varlığını sürdürmekte, insan hallerine tanıklık etmekte, insanın yanında durmakta ve insandan yana tutumunu sergilemektedir.

Bütün bunlarla birlikte kadına şiddetin ayyuka çıktığı, çocuk ölümlerinin, çocuk taciz ve tecavüzlerinin sıradan bir olay haline geldiği ülkemiz özelinde; sorunlarımızı nasıl aşarız, bu sarmaldan nasıl kurtuluruz diye kara kara düşünürken bir de bunların üstüne yüzyılın en korkunç depremi geldi. Bilinenin bilmeye, görülenin görmeye yetmediği böylesi bir dönemde çaresizliğimizi, kimsesizliğimizi, yalnızlığımızı ve yurtsuzluğumuzu edebiyatla ve sanatla gidermeye çalışıyoruz. Öyküye sığınmamız boşuna değil.

İyi ki insanın eksik kaldığı, çaresiz ve yetersiz kaldığı yerde öykü var. Edebiyat ve sanat var. Edebiyat ve sanat sahici bir Kızılay’dır her şeyden önce. Ne yardımları iç eder, ne de felaketleri fırsata çevirir. Özcesi edebiyat ve sanat iyileştiricidir, şifadır. Zamanla geçmeyen yaraları sakinleştirme ve serinleştirme etkisi vardır. Hayata göre daha dürüsttür. Üstelik estetik duygumuzu, insani duyarlığımızı geliştirerek bize kazandırdığı ruh temiz, bilgi ise hilesizdir.

İnsan bilgisi olarak kavramamız gereken edebiyat ve edebiyatın içinde özel önemi olan öyküye, daha fazla yer açmadan önce şu belirlemeyi yapmak gerek: Tarihinin hiçbir döneminde yazın türleri günümüzde olduğu gibi birbirini böylesine tetiklemedi, böylesine kışkırtmadı, birbirinden böylesine güç almadı ve birbirinin sınırlarına böylesine yakınlaşmadı.

Bu gelişmelerden yeterince payını alan ve dikkat noktaları eksilterek yazmak, boşluklar bırakarak yazmak, gündelik dil yerine edebi dil kullanarak yazmak, tekrarlardan arınarak yazmak, kuşku duyarak yazmak, zaman atlamaları yaparak yazmak, bir felsefeye yaslanarak yazmak ve “gerçek her şey değildir” yaklaşımıyla yazmak olan öykü, kendi özgünlüğünü ve özgürlüğünü koruyarak yoluna devam etmektedir. Fazlalıklardan kurtulamayan, eksiltmeler üzerine kurulmayan, edebi dilden uzaklaşan, okura zaman ve boşluklar bırakmayan, okura bilgi aktarmaya ve bir takım açıklamalar yapmaya kalkışan öyküler, öykü metinleri zaten ayakta kalmıyor, kalamaz, onun da bilinmesi lazım. Zaman onları kibarca yolun kenarına bırakıyor istesek de istemesek de.

Hal böyleyken gözünün değdiği her şeyi öyküye dönüştüren öykücüler, onun da ötesine geçerek, salt tek bir anı değil, zamanı ve mekanı genişleterek geçmişi ve geleceği de öyküye dönüştürebiliyorlar. Dolayısıyla yazarlarını bekleyen o kadar çok öykü var ki artık.

Rahatlıkla diyebiliriz ki günümüz öyküsü; ister durum öyküsü, ister olay öyküsü; isterse minimal öykü ya da novella öykü olarak tanımlayalım, bütün bu gerçeklikler içinde kendisine biçilmiş her türlü tanımlamaları zorluyor, kalıpları kırıyor, başka yazın türlerinden de bir şeyler alarak, onları kendi içinde erittikten sonra yatağını genişleterek akışını sürdürüyor. Dahası insanın içinde bulunduğu kaosa, kuşatılmışlığa, kıstırılmışlığa karşı çıkış sinyalleri de vererek sürdürüyor akışını.

Öykü yazarı da, okuru da biliyor ki; “Öykü dediğimiz şey sözcükleri kusarak değil, sözcükleri yutarak yazılır.” Öykü çağın dili artık. Romana göre iktisatlı yapısı ve şiire göre anlam açıklığı yüzünden günümüz insanını rahatlıkla yakalayan ve günümüz insanına dokunan bir tür… Kısa ve yoğun yapısı, anlam açıklığı ve gündelik hayata denk düşen yalın, dolaysız anlatımı ile modern insanın beklentilerine cevap verebilecek bir özelliğe sahip üstelik. Ayrıca modern insanın ritmiyle, temposuyla ve yaşadıklarıyla rahatlıkla örtüşebiliyor. Bütün bunların yanı sıra öykünün, yaşama dilin içinden bakmayı başardığını da söylemek gerekir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi günümüzde öykü; belirlenmiş sınırları, anlatım biçimlerini tanımıyor artık. Farklı siyasal, toplumsal, edebi anlayış içindeki günümüz öykücüleri de farklı renk ve tonlarda öyküler yazıyorlar. Bunu yaparlarken öyküye bakışları, dünyayı kavrayışları, dil anlayışları bakımından farklı olsalar da bazen birbirlerine yakınlaştıkları gibi bazen birbirlerinden uzaklaşabiliyorlar da. Böylelikle günümüz öyküsü, postmodern anlayıştan bilinç akışına, fantastikten yalın anlatıma doğru geniş bir deltada akışını sürdürüyor.

İster gerçeklikle, ister kurgusal gerçeklikle yazılsın, sanatsal bir dille yazılan, estetik ve üslup kaygısı güden öykünün bu özelliğini edebiyatın bireysel bir etkinlik olduğuna, zaman, mekan ve anlayış farklılıklarına bağlamak mümkün. Böyle olması hiç kuşkusuz öykü adına bir zenginliktir. Yeter ki öykücülerimiz bize şaşırma yetimizi geri versinler. Yeter ki öykücülerimiz kendisinden önce kurulmuş metinlerle, sanat yapıtlarıyla ilişki kursunlar. Çünkü öykü yazarını devrimci kılacak olan budur. Onu devrimci kılacak şeyler geleneğin içindedir. Öykü, okurun bildiği, bilebileceği şeyleri dönüp ona aktarmak şeklinde bir şey değildir çünkü. Aslolan bilinmeyene yönelmek, karanlıkta olana ışık tutmaktır. Ancak böyle olursa okur, gerçek dünyada olan ama kendisinde olmayan şeyi sezer, bulur ve şaşırır. Ve böyle olunca okurun düş ve duyarlıklarına başka türlü bir dünyanın mümkün olduğuna ilişkin yeni bir gerçeklik teyellenir. Böyle olursa edebiyat, özelde öykü; insana etik ve estetik açıdan katkı yapar. İnsan kendisinden yeni kendisine geçer. İnsanda yaşanası bir dünya isteği uyandırır. İnsanı asıl ihtiyaç duyacağı vicdana ulaştırır.

14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü, öykü yazarlarımızı ve öykü okurlarını, bana bir öykü anlat / bir sözcükte geçsin bütün macera, diyerek selamlıyor, Ursula Le Guin’in şu ifadesiyle bitiriyorum.

“Hava ezgilerle doludur
Kaya parçası heykellerle doludur
Yerküre hayallerle doludur
Dünya öykülerle doludur”

Hayrettin Geçkin
14 Şubat 2023

Siz de fikrinizi söyleyin!