Yaşamın Kaynağı: Evrim mi, Yaratılış mı? (1. Bölüm)

Gözle görülemeyecek küçüklükteki tek bir hücreden tutun da devasa büyüklükteki evrenin en uç noktasına kadar her şey, kusursuz bir denge ve akıl almaz sistemlerle donatılmıştır. Böylesine kusursuz bir evreni ve içindeki kompleks sistemlerle donatılmış canlıları, kör ve sağır tesadüfler değil, sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan yüce bir Tanrı yaratabilir ancak. Küçük ya da büyük düzen olan her yerde mutlaka o düzenin bir kurucusu ve koruyucusu vardır. Doğadaki bu olağanüstü uyum, düzen ve denge, onu yaratan mutlak güç sahibi doğaüstü bir varlığa işaret eder. Peki, kimdir bu yaratıcı? O, evrenin içindeki herhangi bir maddi varlık olamaz. Çünkü O, evrenden önce var olan ve tüm evreni sonradan yaratmış olan bir irade olmalıdır. Sıradan bir manzara resmi dahi görsek ilk önce onun sanatçısını merak ederiz. Sonra da onu, yarattığı eserinin mükemmelliği dolayısıyla, uzun uzun takdir ederiz. Fakat başımızı çevirdiğimizde o resmin sayısız gerçeğiyle karşılaştığımız halde tüm bu güzelliklerin gerçek sahibini ve yaratıcısını merak etmeyiz. Tek hücreli organizmalardan bitkilere, böceklerden deniz canlılarına, kuşlardan sürüngenlere kadar dünya üzerinde hayat olmayan tek bir nokta bile yoktur. Ayrıca her canlının kendine ait sindirim, görme, üreme gibi kompleks sistemleri, yaşantıları, yeryüzündeki besin zincirine katkıları gibi sayısız özellikleri de vardır. Tüm bu varlıkların ve düzenin sebepsiz, amaçsız ve tesadüfen var olduğunu iddia etmek akılsızlıktan başka bir ey değildir. İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi kimin koruduğu asırlardır insanların cevabını merak ettiği sorular olmuştur. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılda evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla (Big Bang) yoktan yaratıldığı, çeşitli deney, gözlem ve hesaplamalarla, modern fizik tarafından da kabul ediliyor. Ayrıca evrenin statik olmadığı (Statik Evren Modeli) sürekli bir değişim ve hareket içinde olduğu ve genişlediği de düşünülüyor. Bu ve benzer Tanrı’nın varlığının ve büyüklüğünün yeryüzünde sayısız delilleri mevcuttur. Big Bang ya da Yaratılış 1920’lerede evrenin genişlediği keşfedildi. Evren genişlediğine göre zamanda geriye doğru gidildiğinde tek bir noktadan başlamış olması gerekiyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin sıfır hacme (yok) ve sonsuz bir yoğunluğa (çekim gücüne) sahip bu tek noktanın patlamasıyla (Big Bang) ortaya acıktığını gösteriyor. Big Bang’in kanıtı olan ve evrenin her yanına eşit olarak dağılmış bulunan Kozmik Fon Radyasyonu, 1965 yılında Amerikalı astronomlar Arno Penzias ve Robert Wilson tarafından rastlantısal olarak keşfedildi. 1989 yılında Kozmik Fon Radyasyonu’nu araştırmak üzere uzaya gönderilen COBE uydusu da bu keşfi doğruladı. Big Bang’in diğer bir delili ise uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarları: Eğer evren, materyalistlerin iddia ettiği gibi, sonsuzdan beri var olsaydı içindeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olurdu. Big Bang, diğer tüm yıkıcı patlamaların aksine, evrenin yoktan var edildiği çok planlı, çok düzenli ve kontrollü bir patlamadır. Bu patlamayla birlikte galaksiler, yıldızlar, Güneş, Dünya ve tüm gök cisimlerini içine alan büyük bir denge açığa çıkmıştır. Dahası evrenin her yerinde aynı olan fizik kanunları oluşmuştur. Big Bang’in patlama hızı da çok hassas olarak ayarlanmıştır. Big Bang’in ardından genişleme hızı milyar kere milyarda bir oranda farklı olsaydı evren ve canlılık olmazdı. Evrenin genişleme hızı olması gerekenden milyar kere milyarda bir oranda yavaş olsaydı, patlayan noktanın sonsuz çekim gücü dolayısıyla, içine çökecek; milyar kere milyarda bir oranda biraz daha hızlı olsaydı kozmik materyal yaşama imkân tanıyacak bir evren oluşturamadan uzaya dağılıp gitmiş olacaktı. Elbette bu hassas patlamayı mükemmel bir düzen ve kusursuz bir ölçüyle gerçekleştiren üstün bir akıl ve irade vardır. Büyük Patlama’nın ardından maddenin temel yapıtaşı olan atomlar meydana gelmiştir. Daha sonra bu küçücük şuursuz atomlar bir araya gelerek Ay’ı, Dünya’sı, Güneş’i Samanyolu’yla evreni meydana getirmişlerdir. Evrenin her yerinde görülen kusursuz denge, atomlarda da görülür. Çekirdeğinde belli sayıda proton ve nötron vardır. Protona eşit sayıdaki elektronlar çekirdeğin etrafında belli yörüngelerde saniyede 1000 km’ye ulaşan hızlarla dönerler. Atomun bu kararlı yapısı sayesinde maddenin dağılmadan bir arada durması sağlanır. Görüldüğü gibi tabiatta atomundan galaksisine her şey yerli yerinde ve tamamlanmış yapıdadır. Elbette bütün bunlar kendiliğinden olmamakta sonsuz bir güç ve akıl sahibi olan Tanrı’nın dilemesiyle olmaktadır. Artık çağımızda içinde yaşadığımız evrenin var oluşu ve işleyişinin tesadüflerle açıklanamayacak kadar kompleks bir düzen ve hassas dengeler içerdiğini biliyoruz. Keza içinde bulunduğumuz Dünya’daki yaşam da öyle. Yaşam, insan aklının alamayacağı kadar çok detayın bir araya gelmesi ile mümkün. Evrende maddenin en küçük yapıtaşı olan atomdan milyarlarca yıldızı, gezegeni, içinde barındıran galaksilere kadar her şey kurulmuş bir saat gibi müthiş bir uyum ve düzen içinde hiç aksamadan tıkır tıkır işliyor. Öyle ki hiç kimse “acaba yarın Dünya, Güneş’in çekim alanından çıkar da uzay boşluğuna savrulur mu?” diye endişe etmez. İnsan Denen Mucize İnsan vücudu, hem simetrik dış görünümü hem de organların birbiriyle orantısal uyumuyla muhteşem bir sanat eseridir. Örneğin: İnsanın beden uzunluğu baş uzunluğunun sekiz katıdır. Yüzü, burun uzunluğunun üç katıdır. İki göz arasında bir göz boyu mesafe vardır… Bize tüm bu güzellikleri bahşeden Tanrı’nın varlığını, büyüklüğünü, gücünü, ilmini ve sanatını gereği gibi takdir ediyor muyuz? Dış görünümüyle mükemmel olan insanın içinde de her saniye, kendisinin belki de hiç farkında olmadığı, binlerce mucize gerçekleşir. Beyinden karaciğere, safra kesesinden böbreklere kadar her organ her saniye kusursuz bir mükemmellikte görevlerini yerine getirir. Göz; kornea, konjonktiva, iris, göz bebeği, retina, koroid, göz kasları, gözyaşı bezleri gibi yaklaşık kırk parçadan oluşan kompleks bir organdır. Örneğin cisimleri net görmemizi sağlayan göz merceği siz hiç farkında bile olmadan her saniye otomatik odaklama yapar. Hiçbir kamera göz kadar hızlı ve kusursuz bir odaklama yapamaz. Gözün tam olarak görmesi için bu kırk parça organelin hepsinin uyum içinde ve aynı anda çalışması gerekir. Örneğin gözyaşı üretimi dursa veya görevini tam olarak yapamasa göz birkaç saat içinde kurur, yapışır ve kör olur. Gözün bu kompleks yapısı evrimcilerin tesadüfler zinciri iddialarını tek başına çürütmeye yetecek güçtedir. Evrimci bir bilim adamının deyimiyle, “eksik gözle görülmez, yarım kanatla uçulmaz”. Bu ise gözün tıpkı kanatlar gibi bir anda ve kusursuz bir şekilde yaratıldığı anlamına gelir. Orta kulaktaki örs, çekiç ve üzengi kemikleri, kulak zarından kendilerine ulaşan ses titreşimlerini daha iyi duyabilmemiz için yükseltirler. Fakat bu sistem mucizevi bir şekilde bazen de aşırı yüksek sesleri alçaltarak iç kulağın zedelenmesini ve sağır olmamızı önlemek için kullanılır. Hem de bunu istemsizce yapar. Keza orta kulaktaki hava basıncı da bir mühendislik harikası olan östaki borusu aracılığıyla kulaktan ağıza açılan bir kanal vasıtasıyla atmosfer basıncıyla eşitlenir. Aksi halde kulak zarımız patlar ve kısa sürede sağır olurduk. Bütün bunlar akıllı bir tasarım (Intelligent Design) değil de nedir? Acaba içimizden kaç kişi dört bir yanı öldürücü mikroplarla çevrili bedenimizde düzenli, disiplinli ve mükemmel bir ordu (savunma hücreleri) taşıdığımızın farkındadır? Mikrop vücuda girdiğinde savaş alanına ilk önce düşmanları yutarak etkisiz hale getiren fagositler gelir. Fakat kimi zaman savaşın boyutları bu askerlerin gücünü ve kabiliyetini aşar. Bu durumda alarm durumuna geçilir ve bu sefer devreye makrofajlar ve onlara yardımcı olan Yardımcı T hücreleri girerler. Bunlar bölge halkıyla düşmanı ayırırlar ve hemen silah yapımında görevli B hücrelerine haber uçururlar. B hücreleri ürettikleri silahları vakit kaybetmeden savaş alanına ulaştırırlar. Daha sonra devreye Öldürücü T hücreleri girerler ve B hücrelerinin ürettikleri silahları etkili bir şekilde kullanarak düşmanı en can alıcı yerinden vurarak imha ederler. Zafer kazanılması durumunda Baskılayıcı T hücreleri bölgeye gelirler ve diğer savaşçılar kışlalarına çekilirler. Son olarak savaş alanına Bellek hücreleri gelir ve düşmana ait tüm bilgileri, tekrar karşılaşmaları durumunda kullanmak üzere, hafızalarına depolarlar. İnanılmaz… İlkel dünyada insanın böylesine güçlü bir savunma sistemi olmadan hayatta kalması imkânsızdır. Bu durumda da savunma sisteminin insana tek seferde ve tüm elemanları ile verilmiş olduğu gerçeğini kabul etmekten başka yol yoktur. Nefes almak, yemek yemek, yürümek biz insanlar için sıradan olaylardır. Örneğin bir elmayı yediğimizde sadece aldığımız lezzetle ilgileniriz. Onun nasıl sindirildiğini ve nelere faydalı olduğunu düşünmeyiz. Oysa yediğimiz elma, adına sindirim sistemi denen ve her bir parçası mükemmel bir uyumla çalışan dev bir fabrika tarafından adeta öğütülür. Sindirimin hemen başında devreye giren tükürük, hem besinlerin ıslatılarak dişler tarafından öğütülmelerini kolaylaştırır hem de yemek borusundan aşağı rahat kaymasını sağlar. Mideye inen besin midede hidroklorik asit tarafından parçalanır. Hidroklorik asit o denli güçlüdür ki, mide çeperini bile rahatlıkla parçalayabilir. Bu yüzden devreye mukus denen bir salgı girer ve mide çeperini kaplayarak korumaya alır. Bir an için evrim teorisinin doğru olduğunu kabul ederek canlılardaki yapısal değişiklerinin basamak basamak oluştuğunu varsayalım. Bu durumda ya mukus salgısı oluşamadan insanların midesi hidroklorik asit tarafından parçalanacak ve insan evrimini tamamlayamadan ölecek ya da önce mukus salgısı oluşacak ve tek başına bir anlamı olmadığından insan midesindeki besin yığınına rağmen besinsizlikten yine ölecek. Hayatın devamı için midede asit v e mukus salgılarının aynı anda salgılanması gerekir ki bu da doğal olarak ancak bir akıllı bir tasarımla mümkün olabilir. Küçük yapısal değişikliklerin basamak basamak üst üste eklenmesiyle ilkel canlılardan bugünkü canlıların oluştuğunu savunan evrim ise sindirim sisteminin bu mucizevi yapısını hiçbir zaman açıklayamamaktadır. Zira yukarıda da görüldüğü gibi sindirim sisteminin basamak basamak oluşmasına imkân ve ihtimal yoktur. Yeryüzünde yaşam, Big Bang’den atomlara, atomlardan galaksilere ve nihayet bizim galaksimiz Samanyoluna ve Dünyamıza dek uzanana mucizeler zinciri sayesinde vardır. İskeletimiz kelimenin tam anlamıyla bir mühendislik harikasıdır. Hem beyin, kalp, akciğer, karaciğer gibi vücudun yaşamsal organlarını korur hem de insana hiçbir robotun taklit edemediği üstün bir hareket kabiliyeti verir. İskelet sisteminin vücudun taşınması ve korunması dışında başka mucizevi özellikleri de mevcuttur. Örneğin kadınlarda leğen kemiği hamileliğin son aylarına doğru gevşer ve birbirinden biraz ayrılır. Böylelikle doğum esnasında bebeğin kafatası ezilmeden dışarı çıkabilir. Bir başka mucize ise iskeletin hareket kabiliyetidir. Her adım attığımızda omurgamızı oluşturan omurlar birbirinin üstünde hareket ederler. Bu sürekli hareketler ve sürtünme sonucu omurların normalde aşınması gerekirken aşınmazlar. Çünkü omurlar arasında disk denen dayanıklı kıkırdak yapılar mevcuttur. Bu diskler amortisör görevi görürler. Ve her adım atışta yerin vücut ağırlığına verdiği tepkiyi emerek omurganın en üst ucunun kafatasını ezerek beyine girmesini engellerler. Tüm bunlar insan bedeninin üstün bir yaratışın ürünü olduğunu gösterir. Her şeyin bu kadar mükemmel olmadığını örneğin bacağımızın uzun bir kemikten oluştuğunu düşünelim. Bu durumda kolaylıkla yaptığımız oturmak, kalkmak gibi hareketlerin kaçta kaçını yapabilirdik acaba? Bize düşen bize bu mükemmel sistemleri veren Tanrı’nın gücünü takdir edip ona hakkıyla teşekkür etmektir. İnsan vücudunda canlılığın devamlılığı için tüm sistemlerin bir arada ve tam bir uyum içinde çalışması gerekir. En basitinden bir gülümseme için bile on yedi kasın aynı anda ve mükemmel bir uyum içinde çalışması gerekir. Bu kaslardan birinin bile doğru çalışmaması halinde yüz ifadesi tamamen değişebilir. Keza yürüyebilmek için de ayaklarda, bacaklarda, kalçada, kasıklarda ve sırtta yer alan elli dört kasın aynı anda, uyum içinde çalışması gerekir. Biz bu yapılan onlarca işin hiçbirinden haberdar olmayız. Sadece güler, konuşur, yer içer ve yürürüz. Örneğin konuşmak içinde özel bir çaba harcamayız. İstediğimiz sözcüklerin ağzımızdan çıkması için; ses tellerinin hangi açıklıkta ne kadar titreşmesi gerektiğini, ağzımızdaki, dilimizdeki, boğazımızdaki onlarca kastan hangilerinin hangi sıra ile kaç defa ne oranda kasılıp gevşeyeceğini, ciğerlerimize kaç santimetreküp hava alıp bu havayı hangi hız ve aralıklarla boşaltmamız gerektiğini oturup hesaplamayız. Hayat ritmimizi bozmadan sadece konuşuruz. Bu nedenle insan tüm hayatını ve varlığını kendisini yaratan Tanrı’ya borçlu olduğunu bilmeli ve daima ona şükretmelidir. Sahip olduğumuz güç, sağlık ya da güzellik şahsi malımız değil, geçici bir süreliğine bizlere verilmiş birer emanettirler. Görme, hareket etme, düşünme, kalbimizin atması, nefes alma, saçlarımızın uzaması, kokuları algılama, duyma gibi vücudumuzda gerçekleşen her biyolojik eylem, ilgili organlardan beyne gönderilen sinyaller ve beynin vücudun her yerine ayrı ayrı gönderdiği emirler yoluyla yerine getirilir. Beyinde dakikada bir milyona yakın kimyasal reaksiyon oluşabilmektedir. Böylesine mükemmel ve kompleks bir organın tesadüfen ya da kademe kademe oluştuğunu iddia etmek ise akıl dışıdır. Hayvanlar Âlemi Tek hücreli organizmalardan bitkilere, böceklerden deniz hayvanlarına, kuşlardan sürüngenlere kadar tüm canlılar, yeryüzünü hiç boşluk bırakmamacasına tamamen kaplamışlardır. Her birinin farklı vücut sistemleri, değişik savunma taktikleri, apayrı beslenme şekilleri, ilginç üreme yöntemleri olan hayvanların ve bitkilerin her biri lisan-ı halleri ile kendilerini yaratan Tanrı’nın sonsuz gücüne ve tasarım yeteneğine işaret ederler. Tek seferde 500’e yakın yumurta yumurtlayabilen ipek böcekleri, yumurtalarını muhafaza etmek ve etrafa dağılmalarını önlemek için çok akılcı bir yönteme başvururlar: Yumurtalarını salgıladıkları ipliklerle birbirine bağlarlar. Yumurtadan çıkan tırtıllar, ilk iş olarak kendilerine yapraklarıyla beslenebilecekleri uygun bir (dut dalı) dal bulurlar ve daha sonra aynı iplerle oraya bağlanırlar. Ardından salgıladıkları iplerle kendilerine gelişme evrelerini geçirebilecekleri bir koza örmeye başlarlar. Her şeyden habersiz yeni doğan tırtılın bu davranışını evrimle açıklamak mümkün değildir. Tüm bunlar ona, doğmadan önce, sonrasındaki ihtiyaçlarını bilen bir güç ve irade tarafından öğretilmiştir. Üstelik bu tırtıllar finalde çok güzel kanatları olan bir de kelebeğe dönüşeceklerdir. Kelebeklerin kanatlarındaki, her biri bir ressamın elinden çıkmış gibi, düzgün, estetik ve … Yaşamın Kaynağı: Evrim mi, Yaratılış mı? (1. Bölüm) okumayı sürdür