Edebiyat,  Güncel - Aktüalite,  Şiir,  Toplum

Bir Hekimin Bu Çağa Çektiği Söylev Yahut Okumuş İşçilere Sorular; Nereye Sığar Bu Susmalar? – Müjdat Güven

Bilir misiniz nasıl bir şeydir bu çağda ‘’hekim’’ olmak? Yok hayır! Öyle en zor sınavları, en iyi okulları, en güzel yılları gece gündüz dirsek çürüterek bitirmekten, bitirip çalışmaya başladıktan sonra yaşatmaya çalışırken öldürülmekten bahsetmiyorum yalnızca… Bu çağda hekim olmaktan bahsediyorum, dört yanında dünyanın…

Bu çağ; Cemal Süreya’nın deyimiyle;

‘’Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun…’’

Asırlardır ölüyor insanlar ve asırlardır bir yaşatmak kavgasıdır giyindiğimiz. Kan revan, irin idrar, dışkı ve kusmukla bezenen beyaz önlüğümüz… Hiçbir çağ bu kadar mide bulandırmadı, hiçbir çağ bu kadar bulanmadık kana kendi kanımıza da. El aldığımız ustalarımızın sesi, ümitli sesi, önümüzde beton selleri, yankı yankı hüzne boyanır…

Sivas’ta katledilen şair hekim Behçet Aysan’ın haykırışına ihanet bu çağ;

“bilirim yarın diye bir şey var
çeliğin su katılmamış yanı
ırmakların geçilecek, fırtınaların
dinecek
ne dikenli teller olacak
ne tanklar tüfekler
ne tüberküloz kalacak
ne lösemi
ne işsizlik / ne banka /ne borsa
süt gibi duru ve ak
ekmek gibi sıcak
bizim de  / bizim de
günlerimiz olacak.’’

Dünya savaşları, salgınlar, irin selleri, ölüm kuyuları, büyük buhranlar, yokluklar, yoksulluklar… Ne çağlar atladık geldik bugüne; ilacın olmadığı, bilimin yetmediği, hekimin yetişmediği yerlerden… Nereye geldik? İmkansızlık ve çaresizlikten vebanın-veremin kırımını seyreden insanlık ve onun hekimleri, nereye geldik…

Ve sürdürür Ahmed Arif bu çağın tanımını sittin sene evvelden;

‘’Düşün, uzay çağında bir ayağımız,
Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri
Düşün, olasılık, atom fiziği
Ve bizi biz eden amansız sevda…’’

Neymiş bizi biz eden o amansız sevda? Kimi kim eden yahut… Biz kimiz yahut biz olduk mu fırsat bulup ben-sen-o olarak ölmelerden?

Hala Nazım’ın dediğinde yahut beterin beterinde değil miyiz?

’Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir…’’

Peki neredeler Brecht’in okumuş işçileri? Nerede sorular?

‘’Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?

Yok muydu saraylardan başka oturacak yer
dillere destan olmuş koca Bizans’ta?

Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kimler harcanan paraları?’’

Yoksa onları da öldürmeli mi Şükrü Erbaş’ın köylüleri gibi? Köyleri öldürdük, köylüleri doldurduk kentlere, kentleri öldürdük… Ve köylüleri, okumuş işçilerle beraber öldürdük kentlerde.

Sormadıkça… Ağladık… Ağladıkça yeşerdi mi dağlarımız betonlarla…

Yıkılacak duvarlardan kastı bu değildi elbet Ahmet Telli’nin;

’Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez’’
Sesimi duyan var mı? Sessizlik öldürürken…
‘’Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa’’

Sessizlik, ölüm sessizliği… Bir de suskunluk var, Hayrettin Geçkin şöyle der bir şiirini bitirirken;

‘’Gözaltı, işkence, sürgün, ölüm…
Diyorum ki ben ona bunlardan daha beteri de var ;
Susarak yalan söylemek, sevgilim!’’

’Susmak. Ölülerin tuttuğu günlüktür..’’ demişti bana , susarak izlemek ölümleri ne ?

Evet bu çağda hekim olmak zor demiştim başlarken, bu çağda şair olmak da zor, bu çağda insan olmak da zor, susmadan yaşayabilmek de. Nedir o yaşamak, ‘’yosun solucan harcı’’ olmayan.

Bertolt Brecht bir başka şiirinde bir başka işçinin ağzından biz hekimlere sorar soruyu; Bir işçinin hekime çektiği söylev…

‘’Rutubetten, diyorsun, vücudunuzdaki ağrı.
Duvarlarımızdaki leke de ondan.
Söyle öyleyse bize:
Rutubet nerden?’’
.

Ve devam eder okumuş işçisi Brecht’in;

‘’Haklı çıkarmak için kendini
bundan benim suçum yok
diyeceksin ister istemez.
Bizim evin duvarındaki
ıslak lekeye git sor:
o da bundan başka bir şey demez…’’

Başka bir şey demiyoruz, bunu da diyemeyenlerimiz, hiçbir şey dememek için susuyor. Susuyoruz… Soruyorum;

Nereye sığar bu susmalar
Sığındığım bunca türkü
Dilden dile şiirler
Sesimizi arıyor
Bütün aynalardan firardayız…

Şimdi biz hepimiz; okumuş işçileri ölüm çarkının, kentlinin kenar mahallelisi, boşaltılmış köylerin köylüsü, hep beraber sığındığımız bu kubbe, çöküyor üstümüze.

Ama bu susmalar nereye sığar
Göğsümüzün üstünde tepinip duran
Örtük pencerelerimizden içeri
Seviştiğimiz odaları dolduran
Boğacak bizi

Şimdi çıkıp dese ki bize kitaplarda yalnız adı onun adı geçen fermanlarımızı yazan kral:
-Kabahat senin!

Ne diyeceksin ! Ne diyeceğiz ! Susmasın Nazım ;

‘’Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!‘’

Kabahat bizim…

Bu çağda yaşamak zor kardeşim, insan kalarak. Şiirinde yazmadan bunca şeyi, şarkına katmadan, objektifini buraya çevirmeden, ses vermeden…

Hekim olmak da zor; bunca ilacın, yüksek duvarlı koca hastanelerin, imkanın olduğu , ayak basılamamış tek karışın olmadığı çağda , bitip tüketip dünyayı yeni dünyalar ararken uzay boşluğunda bunca ölüme, bunca önlenebilir ölüme ‘’ … ve bizi biz yapan o amansız sevda’’ ; yaşatmak iken şahit olmak zor…

Yani yaralarımız , geçmek bilmez yaralarımız artık merhemsizlikten değil, merhametsizlikten… Yaşadıklarımız bilmezlikten değil, bilimsizlikten !

Evet bu, bu çağa çekilmiş bir söylevdir ve bu çağı yaşatan bizlere;

‘’İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru…’’

Kör olmayanlar nasıl susar dilsiz değilse ! Nasıl yaşanır bütün bunları görüp düşünmeden ve
asıl nasıl yaşanır : düşününce

görüyorum
söyle !
nedir çaresi kör olmamanın…

Dr. Müjdat GÜVEN
ŞUBAT 2023

(Bu yazı Gökkuşağı Dergisi Mart 2023 Sayısında yayınlanmıştır)

Siz de fikrinizi söyleyin!