Bilim Çevre,  Bilim İklim,  Çocuk Gündemi,  Deneme,  Ebeveyn,  Tartışma,  Toplum

Küresel Düşünebilmek


Nil Nehri boyunca yaşayan kabileler, yağmurun az yağdığı zamanlarda açlıktan kırılır, çok yağmur yağınca da nehrin kıyılarını su basar, köyler yerle bir olurdu. Her kabile, nehrin belli bir kısmına hakim olduğu için, doğal olarak nehrin yarattığı sorunlarla da başa çıkılamazdı.


Sağı solu belli olmayan nehri dizginlemenin bir tek yolu vardı: Nehir boyunca koca koca barajlar inşa etmek, yüzlerce kilometre uzunluğunda kanallar açmak… Bu da kabilelerin güçlerini birleştirmelerini ve ortak bir çaba içine girmelerini gerektiriyordu.


Binlerce yıl yaşanan bu sıkıntılar bir anda çözülmedi kuşkusuz. Kabileler yavaş yavaş bir araya gelmeye başladı önce; baraj ve kanallar inşa edip nehrin akışını düzenlediler ardından. Kıtlık yılları için tahıl rezervleri oluştu böylece. Nehir boyunca iletişim ve ulaşım ağına sahip oldular. Bu olay onları yekvücut yaptı. Ortak amaçlar, ortak duygular, ortak değerler gelişti aralarında. Birbirlerine karşı geliştirdiği empati, dayanışma, fedakarlık ve sevgi bağları eklendi bütün bunlara. Kendilerine geniş müşterekler sunan ulus devlet böyle doğdu. Millet oldular. Kitlesel bağlılıklar olarak tanımlanabilecek ılımlı milliyetçilik ulus devlete güç kazandırdı.


19. ve 20.yüzyılda milliyetçilik korkunç çatışmaların nedeni olsa da, çağdaş ulus devletler sağlık, eğitim ve sosyal yardım alanlarında geniş çaplı sistemler kurmayı başardı. Ulus devlet halkına güven ve refah sağladığı ölçüde halk bunun bedelini kanıyla, canıyla ödemeye hazırdı. Sorunun, ılımlı yurtseverliğin şöven milliyetçiliğe dönüşmesiyle başladığını söyleyebiliriz. Yani milletin her millet gibi eşsiz olduğuna inanmak yerine, üstün olduğu fikrinin yaygınlık kazanmaya başlamasıyla…


Nitekim 1945’te işlerin değiştiğini görüyoruz. Nükleer silahlar millet meselesini şirazeden çıkardı. Hiroşima’nın ardından nükleer savaşlara yol açar diye korkulu bir hal almaya başladı milliyetçilik. Kitlesel imha korkusu yüzünden çeşitli milletlerin üstünde küresel bir topluluk kuruldu bu yüzden. Lyndon B.Jonson’un 1964 ABD Başkanlık seçimlerinde; “Önümüzde iki seçenek var. Ya Tanrı’nın tüm çocuklarının yaşayabileceği ya da karanlığa karışıp gideceği bir dünya kuracağız. Ya birbirimizi seveceğiz, ya da ölüp gideceğiz.” sözleriyle başlattığı propaganda bu açıdan çok çarpıcıdır. Gelinen noktada “Önce vatan!” diye haykıran bir milliyetçinin kendisine, sağlam bir uluslararası dayanışma olmadan, ülkesini veya kendisini nükleer bir yıkımdan koruyup koruyamayacağını sorması gerekir.


Milliyetçiliğin nükleer yıkım konusunda olduğu gibi ekolojik yıkım karşısında da söyleyebileceği bir şey veya soruna getirebileceği herhangi bir çözüm yok aslında. Peki dinlerin var mı? Hayır! Dinlerin de bu konuların herhangi birine herhangi bir çözüm getirebileceğini söylemek mümkün değil. Çok net!


Nükleer savaş bir yana, önümüzdeki dönemlerde insanlık yeni bir varoluşsal sorun haline gelen ekolojik çöküşle karşı karşıya şimdide. Küresel biyosferin dengesi giderek bozuluyor çünkü. Doğadan daha çok kaynak çıkarıldıktan sonra geriye kalan zehirli atıklar toprağın, suyun ve havanın yapısını olumsuz yönde değiştiriyor. Milyonlarca yılda şekillenmiş hassas ekolojik denge çeşitli şekillerde bozuluyor ne yazık ki. Söz gelimi fosfor ufak dozlarda bitkilerin yetiştirilmesi için önemli bir besin öğesi iken fazla kullanıldığında zehirli hale geliyor. Günümüz tarımı ise tarlalarda, fosforun bolca kullanımına ve suni gübrelemeye dayanıyor. Tarlalardan boşalan fosfor yüklü atıklar nehirleri, gölleri zehirleyerek denizlerdeki yaşam üzerinde ciddi tahribatlara yol açıyor. Böylece Çanakkale’deki bir buğday üreticisi istemese de çok uzaklarda bir yerde, örneğin Basra Körfezi’ndeki ya da Cebelitarık Boğazı’ndaki balıkların ölümüne neden olabiliyor.

 

Gelecekte gerçekleşme olasılığı taşıyan nükleer savaşın aksine, iklim değişikliği tehlikesi artık günümüzün gerçekliği. Habitatların aşındığı, geniş kapsamlı ekolojik sistemlerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu çok açık. Karbondioksit gazı gibi sera gazlarının salınımının yol açacağı iklim değişikliğinin korkutucu manzarası kapımızda. Bu durumun dünyamıza dönüşü olmayan felaketler tetikleyeceği söyleniyor. Önümüzdeki 15-20 yıl içinde sera gazı salınımı belli ölçülerde düşürülemezse küresel ısınmanın 2 santigrat dereceden fazla artacağı, bunun gezegenimizde çölleşmeye, buz tabakalarının yok olmasına, okyanusların yükselmesine, amansız kasırgaların yaşanmasına yol açacağı bilim insanları tarafından ısrarla söyleniyor. Bütün bunların sonucunun da daha nelerin olacağını, olabileceğini konuşmak bile insanı şimdiden ürkütüyor.

Böylesi devasa bir sorun karşısında bir ülke tek başına ne yapabilir ki? Örneğin, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir ada ülkesi sera gazı salınımını sıfıra indirse bile diğer ülkeler aynı şeyi yapmadığı için yine de sular altında kalacak. Bu arada iklim değişikliğinin kimi ülkelere geçici bir süre yarar sağlayacağı da söylenebilir. Bu da şunu gösteriyor: Nükleer savaşın kitlesel imha tehlikesine karşı ülkelerin kolayca ortak bir tutum takınması mümkünken, iklim değişikliği karşısında böyle bir ortak tutuma girmelerinin zorluğu da var. Ki bu da ayrıca düşündürücü.


Sorunlar bunlarla da kalmıyor: Nükleer savaş ve iklim değişikliği insanlığın fiziksel varlığını tehdit ederken bir yandan da teknolojik sıçramalar doğasını tehdit ediyor. Nükleer savaşın ve ekolojik çözülmenin engellenmesi karşısında insanlık ortak görüşe varsa bile biyomühendislik ve yapay zekânın yeni yaşam formları yaratmak için kullanımı konusunda farklı farklı görüşler içinde. İlerde zekâ ile bilincin birbirinden ayrıldığına tanık olabiliriz. Yapay zekânın daha da gelişmesiyle dünyaya daha zeki, ama bilinçten yoksun varlıklar hükmedebilir.


Hayatta kalmak ve gelişmek için milliyetçi bakışların, dinsel yaklaşımların ötesine geçmek ve olaylara küresel hatta kozmik bir açıdan bakılması gerekmektedir. Çözüm için 1939’da ya da 1914’teki milliyetçilik rüzgârlarına doğru geri sayamayız. Bu da çok net! Siyaseti küreselleştirmekten, milliyetçilik sadakatimizi ve insani sorumluluklarımızı küresel bir toplulukla bağdaştırmaktan başka bir seçeneğimiz yok aslında. Bir insan ailesine, yaşadığı şehre ve yurduna aynı anda sadık olabilir. Olması da çok güzel. Bunlara insanlık ve dünya gezegeni de eklenirse neresi kötü olur bunun? Bu tür bir küresel yaklaşım kimin yurtseverliği ile çelişebilir ki? Bu bağlamda bir takım sorunlar yaşanmaz mı, yaşanır kuşkusuz. Ama hayat zaten karmaşık değil mi? Kabul etmeliyiz ki Nil Nehri kıyısında yaşamış eski kabileler gibi günümüz milletleri de bilgi, bilimsel ve teknolojik gelişmelerden ötürü küresel bir nehrin etrafında yaşamaktadırlar. Bu nehri, yaşam seviyemizi yükseltmek ve varlığımızı zora sokacak tehditlere karşı denetim altında tutmak için dünyalılar olarak ortak tutum almamızı zorunlu kılıyor . Nükleer savaş riskine, iklim değişiklerinin yaratacağı felaketlere karşı birlikte düşünmek, birlikte yol almak gerekiyor. Zekâ ve biyomühendisliği gibi sıçrama yaratacak uygulamaların düzenlenmesini küresel akılla yürütmek gerekiyor. Başkalarının sorunlarına kayıtsız kalarak kendi sorunlarımızla başa çıkamayacağımızın bilinciyle bütün bunlara çözüm yolu aramak düşüyor günümüz insanına. Bu yüzden dünyanın bütün halkları, bütün iyi kadınları, bütün iyi erkekleri ve bütün gençleri birleşin! Şiarı ortak şiarımız olmalı.

Hayrettin Geçkin

Siz de fikrinizi söyleyin!