Çocuk Gündemi,  Deneme,  Toplum

Çocukluğum

Zaman bizi buraya nasıl getirdi hiç anlamadım. O günlerin yaşantısından hiçbir iz kalmadı. Hatta o günkü çocuklar da yok artık. Geçen gün buradan geçerken yolda konuşulanlara kabarttım kulağımı. “Çok uzun sürmez, yakında köyde bi yerlere göçecek” diye dertleşiyorlardı. Bunu sıcağın böğründe elinde bakraçlarıyla kendini zor taşıyan bir kadına bakarak konuştular.

Akşamları köyün küçük bir meydanında toplanırdık. Bugün meydan bile denmeyecek bu dar alanda ne çok koşar ne çok oynardık ve sonra da karanlıkta dağılır kaybolurduk. Bu üç adımlık meydan bize harman yeri gibi gelirdi. Gece yıldızlarından başka ışığımız yoktu.

Çoğu zaman yemek vaktine çağrılırdık, hepimiz. Ama Tırşıkların Ali’nin dışında gideni hatırlamıyorum. Onu da yemeğe çağırdıklarında “Tırşık hadi, akşam senin süt içme vaktin geldi” derdik. Bir şekilde oyundan sıyrılır yemek yemeye giderdi. Bugün tırşığın şehirde büyük bir ticaret adamı olarak iş yapması o günkü disiplinine mi bağlıydı, bilemiyorum. Ali, Hasan, Hüseyin, Ahmet… Adlarımız en çok bu isimlerdendi. İsminden memnun olmayan Sezar lakabıyla hitap ettiğimiz Sezgin’di. Sezar dediğimizde bize kızar ve kovalardı. “Ben Sezar değilim, Islığın oğlu Sezgin’im” derdi.

Anne ve babalarımızla veya evin diğer üyeleriyle sabah evden erkenden biz de çıkardık işe gitmek için. Evle çadırlarımızın arası uzun olduğu için eşeğin arkasında semere yapışıp çok uyuyup kaldığımı bilirim. Anam uyumayım diye sürekli konuşur, soru sorar, sağlamasını yapmak için de cevap isterdi. Bazen türkü söyler, ardından “hadi şimdi sıra sende” der benim çok söylediğim “köprüden geçti gelin” türküsünü beklediğini bilirdim. Birkaç mısrasını bildiğim tek türkü oydu.

Kışları zor geçerdi. Bir taraftan soğuk, bir taraftan buzlu bir hava, boyumuza kadar yağan kar bize hiç eğlenceli gelmezdi. Şimdi bu havalar için tatile gitmelere bakıyorum da baya uzun tatiller yaşamışız köyümüzde. Körebe karanlığında geçerdi akşamları. Köyün tek kahvesi Zıngazık dolu olur, erkeklerin dünyası burada açık hava müzesi gibi sergilenirdi. Günün yirmi dört saati kahvede yer işgal edip hiç çay içmeyeni mi ararsın, hadi parasız bira içelim deyip Deyyus’un oğlu Sırrı’yı oyuna ikna edip yeni kumpaslarla onu yenerek oynayanları mı veya kumar oynayıp sabaha dek elindeki tüm varlığı kaybedenleri mi, hepsi birbirinin hışmına uğrar sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ederdi.

Kadınlar bütün gün kirman eğirirler, çorap örerler ve akşamları gazlı lambada gözleri görmemeye başladığında ise  sohbete başlarlardı. En çok Dingin teyzenin evinde toplanılırdı. Oraya gitmeyi çok severlerdi. O da bu durumdan çok hoşlanır onlara her akşam nohut, patlak mısır kavurur önlerine koyardı. Köyün bir ucundan diğer ucuna, çevre köylerin duyulan haberleri, kimin kızı kime kaçmış, borçluların yaşadığı dramlar gecenin ilerleyen saatlerinde doğal akışıyla oturanlara sunulurdu. Bazen ağlayan, sızlayan yakınan da olur, “eee olucek o gadaa bugünlee de geçcekdir zaa” derler teselliler yerini bulur, yeni konulara yelken açılırdı. Gece oturmalarının en ünlüsü Feride halaydı. Köyün taa en uzağında oturur ama bütün evlerin misafirliğine giderdi. Evinin uzak olduğunu erken kalkacağını söylerdi taa baştan. Ama gaz lambalarının erpik ışığında gecenin geç saatlerine kadar oturduğu yerde uyukladığına çok şahit oldum. Arada bir “kalgen gali” der, bunu birkaç kez tekrarlar, bütün komşular gittikten sonra geç saatlerde giderdi. Şimdi düşünüyorum da tek başına gecenin karanlığında korkusuz gelip gitmenin cesareti ne güzelmiş.

Bir gün bekçi Aşık dayı evleri dolaştı tek tek. “Yunanla savaşa girdik, lambalarınızı yakmayacaksınız, yakarsanız pençerelerinizi siyah perde ile sıkı sıkıya örteceksiniz. Karda akşam dışarı çıkıp yürümeyeceksiniz, çünkü Yunan uçakları bizi gözetliyor, karın aydınlığında görebilir, görmesin” diye tek tek tembihledi. Oysa altmışar santim pencerelerimiz, içeriyi zor ışıtan gaz lambalarımızın ferinde yaşardık. Bu olayla buz kesti bütün köy. Kimse evinden dışarı çıkmaz oldu. Kimsenin ağzı açılmaz oldu. Tatsız hava köyün her yanını sardı. Tek heyecan yaratan köyün vatani görevini yapan erlerden gelecek mektup bekleme faslıydı. Herkes günde bir kez “Ali’de mektup va mı bugün?” diye Gıncıklı’nın gelinine sorulurdu.

Köyümüz Denizli’ye yakındı, sabah erkenden gidilir, alış verilerimizi yaptıktan sonra akşama dönülürdü. Cırmığın Musa bir haber yaydı etrafa, “Ali’yi gördüm, savaşıyorlardı Yunanla” diye. Hızlıca yayıldı haber. Nasıl savaşıyordu, miğferi sağlam mıydı, silahı nasıldı acaba diye birbirimize çok sorar merakla hayretlere düşerdik. Yolda yürürken perdenin arasından odadaki televizyondan görmüş, televizyon adını da hiç duymamışız o zamana kadar, sonradan öğrendik bütün bunları.

O kış Solmazlının Fadime çok rahat geçirdi kışı. Aileden geçme Ocak başıydı. Bütün bilinmeyenleri bilir, görünmeyenleri görür, gizemli işleri açığa çıkardığına, büyük bir alim ve yol gösterici olduğuna inanılırdı. Bu nedenle derdini öğrenmeye gelen mutlaka koltuğunun altına bir şey sıkıştırır veya eteğinin içine bir şey doldururlar yavaşça evin bi kıyısına koyuverirlerdi. Her defasında “istemez dezem” dese de kimse ona aldırış etmez döşeğin bir köşesine bırakılırdı.

Ali Koca

Siz de fikrinizi söyleyin!