Deneme,  Felsefe,  Kurgu,  Tartışma,  Toplum

Değneğini Saklayanlar

Neyim var neyim yoksa, ancak borçlarımı karşıladılar. Eskidenmiş, baba yadigarı küçük topraklar ve kefen parası niyetine satılmayacak tapular. Hem ben neydim ki ve soyadım neydi ki ne olacaktım. Halktan gariban bir kadınım, şerefiyle ve onuruyla yaşamaya çalışan. Geriye anarşist olmak kaldı, ne de olsa doğduğumdan beri sistemin kölesiyim. Elimde bir şey kalmadı ve köle olmaktan etimle, tırnağımla yoruldum. Kendime yetmeli, sorumluğumu kimselere bırakmamalıydım. Gittim Diyojen’e.

Diyojen de bir fıçının içinde yaşıyordu, ancak dünyadaki bütün krallardan daha mutlu görünüyordu. Fakat ne kadar mutluydu. İnsan, iyiyim demekle iyi olmuyor ki gülümsemekle mutlu olsundu. Peki, ya mutluysa dedim. Yaklaşmaya çekindim önce. Isırıyor muydu, kitaplar yazmamıştı henüz. Korkuyordum, ama korktukça ben daha özgüvenli durmaya gayret gösteriyordum.

Karşısına geçtim, üzerimde çulum dahi yoktu ki fıçım olsundu. Atina’da soğuğun ortasında kuru bir taşın üzerine oturdum, sonrası mı tabi ki fark edilecek bir sözü tırnakladım.

– “Ey bana kendini büyük tanıtan. Hâlime bak da varlığımdan (fıçından) utan!” dedim ve yüzüne aşağılar gibi baktım.

Yanıma geldi, önce kendine ait bir çul ve dilenerek topladığı yiyeceklerden (köpeklerinden arda kalanları) bana uzattı. Elbette yenilir gibi değildi, baktım önce; sonra içimden gelen guruldama sesi ve insan açken her şey lezizdi.

– Diyojen, ben de senin gibi kendime ait bir çul istiyorum. Nasıl bir çula sahip olabilirim?

Diyojen yüzüme baktı, ellerime baktı, ne yapmaya çalıştığımı anlayamıyor gibiydi.

Burada pazar yerlerinin kurulduğu yerlerden akşam vakti bulabilirsin. Bilirsin, insanlar çöplerini para gibi toplamıyor.

Kafamı salladım, akşama yakındı. İçimden geceyi fıçısız nasıl geçireceğimi düşünüyordum. Ona karşı meydan okumak için kuru taşın üzerine otururken çok mu aptallık etmiştim.

– Diyojen, peki sen nasıl bir fıçı sahibi oldun?

Bana derince baktı önce.

Burada eski fıçıların tamir edildiği bir yer vardı. Usta ölünce, çırak da gitmedi peşinden. Dükkanı boşaltmak için tüm tamiri bekleyen fıçıları kapı önüne koymuşlardı. Ben de o zaman kendime bir tane ayırmıştım.

Fıçım yokken, ben de senin gibi kuru bir taşa oturmuştum. Aklıma, eski çağlarda yaşamışların mağaraları gelmişti. Mağarada yaşamayı hiç düşünmedim, ki mağarada yaşasaydım toplumu şimdiki gibi etkileyemezdim. Filozof olmak toplumla olmayı gerektirir, fakat filozof olmak sistemde köle olmayı gerektirmez.

İlkay, bak şimdi etrafına; insanlar ne kadar acınası duruyor. Ömürleri ne kadar kısa, yaşamak ve almak istedikleri için en az hayatlarının üçte birini çalışarak geçiriyorlar. Eve yorgun gelen bedenleri ise, ömürlerinin üçte biriyle uyuyarak geçiriyorlar. Geriye kalan üçte birini doğru yaşamak için kullandıklarınıysa sakın düşünme!

Aldıklarıyla yetinmeyip daha çoklarını istiyorlar. Aradıklarını bulamıyorlar. Arzu etikleri için birilerinin elini, eteğini öpüyorlar. Maalesef aradıklarını bulmadan da ölüp gidiyorlar. Kendilerine kul olmayı öğrenmiyorlar. Aradıkları kendileri! Bakıyorlar aynaya kendilerini bulmadan kenarlara çekiliyorlar.

Anlatmak istediklerimi anlamaları işlerine gelmiyor. Anlamış da anlamamış gibi bakıyorlar. Tabi benim için anlatmak istediklerim mühim ve ben yolumda yürüyorum.

– Diyojen, insanlar madem yolunu takip etmiyor neden devam ediyorsun?

Ben yolumda kendimi arıyorum, bu yolumun sonunda nereye varacağımı ve daha nasıl bir Diyojen olacağımı merak ediyorum.

Dedi ve kalktı yanımdan. Eline fenerini aldı ve kimi görse yüzüne fenerini tutarak yine adam aramaya koyulmuştu. İnsanlarınsa, yüzüne fener tutulması hayli ilginç mimiklere yol açıyor gibiydi.

Ben de insan aramalıyım diye, gittim yanına. Tabi iki çulluya da kimse dokunmuyor ha…

– Diyojen, ben de fener sahibi olmak istiyorum. Bunu nasıl elde edebilirim?

Ne yapacaksın?

– Ben de insan arayıp sana destek olacağım.

O iş zor işte. Fıçıma gelmeden elde etmiştim. Eski Diyojen anıları şimdilik işini görmez.

– Sen uyuduğun vakit fenerin yürüyüp bana gelirse, ona çok kızar mısın?

Hayır! Sen fenerimi eline alır da sahibine geri dön diye erdemli davranmazsan, ben seni suçlarım.

– Sanki, sefillerin sefaletlerinden haberi var da… Senin gibi umutlu değilim. İstemiyorum fenerini.

Aradığımı bulamadım, geri zamanıma döndüm o gece. Diyojen bile bencildi! Minimalist yaşamıştı, kinizmin yaşatılabileceğinin en iyi örneğiydi.. Ama fenerine, çuluna ve fıçısına köleydi. Yaşam ihtiyaçlarımızın, zafiyetlerimizin en aza indirilmesi bile insan doğasını gizleyemiyor.

En az üç eşyasına değindim, dahası nelerdi. Doksanlı yaşlara kadar başka sevdiği ve yaşamı için muhtaç olduğu eşyalar nelerdi, hem kitaplarını nasıl yazabilmişti. Kaleme ve kağıda muhtaç değil miydi ki içtiği suyu dereden karşılasa ne(?) ki insan toplumla yaşıyorsa; o fikir üreterek, başkaları yemeğine yardımcı olarak yine alışverişteydi. Herkes memnun olmasa, bugüne farklı satırlar da kalırdı. Nitekim, her tarihin kendine göre bir Heredot’u mutlaka vardı.

Diyojen, hükümdara bilgeliğiyle meydan okuyabiliyordu ki Tanrı’ya meydan okuyarak da nefesini tutup ölmemiş miydi? Biz de bilgeliğimizle bir oy dahi vermiyoruz ve biatçı kültürü de edinmeyip, her gün taleplerimizi sıralıyoruz. Şükür edilecek fakirlik mi olur Erbaş diyerek, zenginliği büyüdükçe fakirlerin nüfusunun artışına şahit olurken, dinlemek ne mümkün. Alimi de biliyoruz, kötülerin haince yaklaşımlarını da. Fakat tarih sayfalarında hiçbir zaman yer almayacağız, zamanımızda demokratik çoğunlukların seçimlerinden azınlıklara yer kalmayacak.

Diyojen’in babası hırsızlıkla suçlandıktan sonra, Atina’ya köle olarak sürülmüşlerdi. Bir ideolojiyi tanıtmak için mi, yoksa babasının haklı olduğuna dair genini mi kanıtlamaya çalışıyordu?

Diyojen, sisteme boyun eğmemiş fakat sistemine de boyun eğdirmemişti. Ben sisteme ayak uydurmak zorunda olmak istemiyorum. Kaderimde, 1923’ün Atatürk Devrimlerini yaşamak vardı. Ben kaderime göre, Atatürk Devrimleriyle tam bağımsız yaşamak istiyorum. Ama birileri 1923 itibariyle düşmanla birlikte aramıza sızmaya ve bizi düşmanlarıyla birlikte zengin olsunlar ve lüks yaşasınlar diye, hayatımızı cehenneme çeviriyor. Zenginliğimiz bitti. Peki, şu anda ne yapmalıyım?

Diyojen’den alınacak gerçek ders neydi ve ben bu dönemde, bireysel olarak ayakta kalmak için ondan neyi öğrenmeliydim? (Zaten, yaşamımda minimalist yaşamaya mahkumum.)

Diyojen’de benim gibi mutlu değildi, o da toplumda yalnızdı. Fakat şanslıydı da! Döneminde filozoflara, bilir kişilere saygı arz ediliyordu.

Diyojen’e babanı da al git demeyen İskender yüzünden, ben’in felsefesinden mezun olamadan döndüm. Bireysel ve ampülillaka eyvallaksız devam edeceğim yaşamıma… (Galiba yaşamım, yolumda onun gibi arayışımla devam edecek…)

Hepimiz değneğimizi bizim gibileri görünce saklıyoruz. Peki, normal insanların arasında değneksiz nasıl teneffüs edeceğiz? (Normal insanlar çok ve bizse, bilgelikten çok güçlüyüz!)

Not: Bu kurgumda Diyojen’e ait hiçbir söz yok, hepsi kurgum. İlerleyen zamanlarımızda Kemalizm Felsefem başlığında yazım olacak, umarım takipte olursunuz.

Gündem Arşivi kurucusuyum, sitede editörlük dahilinde; yayın yönetmenliğini de ben yapıyorum.

Bir yorum

  • Dilek

    Soguk bir kış Sabahında, sıcak yatağımda uyandım ve bu yazıyı okudum.
    Dünyayı gezmek istemek, sıcak konforlu bir evde yaşamak istemek, hayatı kolaylaştıracak elektronik aletleri sahip olmak istemek ya da temiz yumuşak güzel görünümlü kıyafetler istemekten vazgeçmek istemiyorum…

Dilek için bir cevap yazınCevabı iptal et