Deneme,  Kitaplar,  Toplum

“Çocuk Buğu Bir de Biz”

Bir okurun yeni bir kitaptan ya da daha önce varlığını bilmediği bir kitaptan nasıl haberi olur? Bir dergide, bir gazetenin kitap ekinde görebilir veya bir başka okurun tavsiyesi ile olabilir. Benim için de böyle oldu. Son romanımın imza gününde Aristonikos Okuma Grubu’ndan iki değerli dost; Hava Mengütay ve Zeliha Göklen hem varlıklarıyla değer kattılar hem de bir başka grupla okuyacakları kitabın adını vererek beni davet ettiler. Öylesine nezaketliydiler ki kıramazdım, kitabı aldım, okumaya başladım. Son haftalardaki yoğunluğumdan dolayı toplantının yapılacağı gün ancak tamamlayabildim ve aralarına katıldım, yazarıyla da tanıştım.

Öncelikle yazarından söz etmek istiyorum. Asaf Güven Aksel… Kitap ise “Çocuk Buğu Bir de Biz”. Kapakta “anımsamalar” diye tanıtıyor… Çok rastlamadığım bir tanımlama, biraz öykü, biraz anı ya da hiç biri. Yazar, anımsadıklarından yola çıkarak bazen bölük pörçük bazen belli bir düzen içinde yaşanmışlıklarını paylaşıyor okurlarıyla. On ayrı bölümden oluşmuş, her biri kendi içinde bütün olarak kabul edilebileceği gibi uzun bir öykünün / anımsamanın birbirine bağlı parçaları olarak da değerlendirilebilir. Kesin olan, bir dönemin özeti olduğu…

Hemen tamamı 40-45 yıl öncesi yaşanmışlıklardan yola çıkılmış. Öncelikle bir konuyu net olarak vurgulamak gerekirse son derece sahici, inandırıcı… Okurken kesinlikle “Bu da olur mu?” dedirtecek bir yer yok. Birçok yazar öykü ya da romanlarında kendi yaşamlarından yararlanır, bazı yazarlar minik parçalar alır kurgusunun içine yerleştirir, bazıları da yaşamlarını temel alıp belki kurgu eklemeleriyle birleştirir. Bana göre önemli olan yazılanların okuru ikna etmesidir ve çok önemlidir. “Çocuk Buğu Bir de Biz” böyle yazılmış.

Ülkemizin belki en karmaşık yıllarında yaşadıklarını okurlarına aktarmak istemiş yazar. Arka kapak yazısının bir bölümünde şöyle diyor:

“Kararsızım, yaygın kullanımıyla ‘78’liler’ mi doğru, daha seyrek kullanılan ‘74’lüler’ mi, yoksa üç aşağı beş yukarısıyla ‘60’lılar’ mı demeli? Yaşayanlarla mı tanımlanmalı, yaşananlarla mı bir kuşağın yılca adlandırılması? Önemli olan bu değil, “bizim kuşağın” yaşadıklarının tekrarlanmasının imkânsız oluşu. Ortam, genel atmosfer bir gün çok benzer hale gelebilse de, o nesnel koşullar, o iklim, bir daha yaşanamaz. O insanlar bir daha yaşayamaz. Anlatmaya yelteniyor, en fazla sezdirebiliyor, arşivleştiriyor, bir nebze belgeselleştiriyor, ama bugünün koşullarında, o insanların algılanması açısından çaresiz kalıyorsunuz.”

Evet, o yıllar bir daha yaşanmayacak, öyle bir ortam olsa bile farklı şekilde seyredecek, bu kesin. Şimdilerde daha iyi anlıyorum, her grubun az ya da çok, ülkesini sevdiği ama yöntemlerinin çok farklı olması dolayısıyla acımasızca birbirlerini yok etmeye çalıştığı yılları unutmak mümkün mü? Özellikle bu nedenle o dönemi yaşayan birinin ağzından dinlemek çok değerli.

Çoğu zaman yaşı 60’ı geçmiş olanların dilinden düşürmediği “Nostaljik” eski günlerin özlemiyle çocukluk ve gençlik yaşamları, insan ilişkileri, çocuk oyunları çokça anlatılıyor. Okurken “Ben de böyle yaşadım, ben de anımsıyorum” duygularıyla ve çok ilgiyle okutuyor kendini. Ama kesinlikle “Nerede o günler?” veya “Artık kalmadı o güzellikler” bakışının sıradanlığına düşmüyor. Sadece okurun duygularını kavradığının bilinciyle yaşananları aktarıyor…

O yılların devrimcilerin keskinliğini anlatırken birçoğumuzun bildiği, yaşadığı ya da tanık olduğu yasakların bugün ne denli geride kaldığını duyumsatıyor. Örneğin “her gün az kuru, az pilav, çok ekmek” yiyenlerin “Karnıyarık” yemeye terfi ettiklerinde lokantacı Zülbahar’ın “Bıraktınız mı lan o işleri?” tepkisi bu duygunun net bir kanıtı.

Dikkat ettiyseniz, kitabın içeriğinden hiç söz etmedim. Aslında o denli çok aktarılacak, sözü edilecek şey var ki, böyle yazılara sığmaz. Biraz da yeni okurların merak etmelerini, tadını çıkartmalarını istedim. Sonuç olarak, çok sevdim, beğendim ama daha çok bende yarattığı, düşünme, anımsama, belki biraz da kendimi / o yıllardaki çevremi yargılama, haydi biraz daha insaflı bir sözcük kullanalım, özeleştiri yapma gereksinimini duyumsatmasıydı. Yazarın çevresinde, arkadaş grupları, mahalle sakinleri, inandıkları yolda ödünsüz yürüyen yoldaşlarıyla kullandığı üslup, birebir yaşandığı anlaşılan olaylar zinciri o yılları görmüş, tanık olmuş, büyüklerinden dinlemiş okurları içine çekiveriyor.

Kitapta on altı yaşından, yirmi yaşına, büyük geleceklerin düşlerini kurabilecek, bu dünyanın değişmesi gerektiğine karar verecek kadar büyümüş, hiçbir kızın / erkeğin elini duyguyla tutmamış, dudağından öpmemiş, salt kendisi için değil içinde bulunduğu toplum için özgürlük, adalet isteyen birçok çocuğun, gencin yaşamından kesitler var. Her bölüm bittiğinde oturduğum yerde kala kalıp, gözlerim uzaklara dalarak düşünmekten doğal ne olabilir ki?

Benim önceki yıllarda üzüldüğüm bir konuydu, okuduklarımı zaman içinde unutmak. Sonra dost muhabbetlerinde gördüm ki hemen herkesin yaşadığı bir şeymiş bu. Hele bir yerde rastladığım, “Her okuduğumu anımsamam gerekmiyor, her kitaptan kalan küçük izler yaşamımı şekillendiriyor. Ben bugüne değin okuduklarımın bir bileşkesiyim” düşüncesini doğrusu çok sevmiştim. Şimdi kesin olarak biliyorum ki, bu kitapta okuduklarımı da bir gün unutacağım. Ama bana kattıkları hep beynimin bir köşesinde duracak.

Bu güne değin 68’lilerle başlayan efsane günleri anlatan çok kitap çıktı, bir kısmını da okuduğumu düşünüyorum. Kesin olan bir şey varsa Asaf Güven Aksel’in “Çocuk Buğu Bir de Biz” yazılmasaymış bu ortam eksik kalırmış. Anımsattıkları, yaşattıklarıyla bendeki en özel yerini aldı.

Teşekkürler Asaf Güven Aksel…

Not: 2 Kasım tarihinde Kent Yaşam sitesinde yayınlanan yazım.

Siz de fikrinizi söyleyin!