Aylık arşivler: Ocak 2020

Yaşarım Türkiyem

Milliyetçi gençlerimizin hep bir ağızdan söylediği, söylerken coştuğu bir türkü var:

Ölürüm Türkiyem
Baş koymuşum Türkiyemin yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm Türkiyem

Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Eminem
Mavi boncuk takışına ölürüm Türkiyem

Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi efkarım,
Heybelerin nakışına ölürüm Türkiyem

Değerli Dostlar,

Ben bu türküden tüm “ölürüm” leri kaldırdım!
Yerine “Yaşarım” sözcüğünü koydum.
Bir de böyle okuyunuz.
Ölümü değil Yaşamı yüceltmeliyiz.
Gençlerimiz, ölerek değil, yaşayarak, hem de çok yaşayarak yurtlarına yararlı olacaklarını öğrenmeliler.
“Ölüm” değil, “Yaşam” gençlerimizin ağzına yakışır.
Gençlerimiz, ölerek değil, yaşayıp çeşitli bilim dallarında uzmanlaşacak, Nenelerimizin de, Emine’lerimizin de sağlıklı ve uzun ömürlü olmalarını sağlayacaktır.

Yaşarım Türkiyem
Gönül vermişim Türkiyemin yoluna
Düzlüğüne yokuşuna tutkunum
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına sevdalıyım Türkiyem

Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Eminem
Mavi boncuk takışına aşıkım Türkiyem

Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi destanım,
Heybelerin nakışında YAŞARIM TÜRKİYEM!

Yılmaz Dikbaş
27 Ocak 2020, Pazartesi
0532 233 31 52

Deprem Allah’ın Sınavı Mı?

Diyanet İşleri Başkanlığı İç Denetçisi Doç.Dr. İsmail Karagöz, depremin Allah’ın insanların sabrını sınadığı bir imtihan olduğunu söyledi
Depremi bir musibet olarak niteleyen Doç. Dr. İsmail Karagöz “Allah insanları sürekli imtihan eder. Bu imtihan sonucunda sabredenler Allah katında yücelir. Allah onların günahlarını siler.

İnternette bir site var: Dinimiz İslam. Sahibi, Osman Ünlü.

Osman Ünlü’ye soruyorlar: Deprem ile Günah arasında ilişki var mı?

Verdiği cevap:

”Çoğunlukla depremler ilahi bir uyarıdır. Alimler, (İki Z artınca üçüncü Z gelir) demişlerdir. Yani, ZULÜM yayılınca, ZİNA çoğalınca ZELZELE (Deprem) olur.”
Hadislerde buyrulur ki;”Zina yayılınca depremler çoğalır.”
“Depremler çoğalınca kıyametin kopması yaklaşır.”

Değerli Dostlar,

Bu yazıyı yazarken Elazığ depreminde ölenlerin sayısı 31’’e yükselmişti. Bu demektir ki, bu 31 kişi Allah’ın sınavında ölmüşlerdi.

Değerli Dostlar,

Ölenlerden üçü çocuk:
Mine Dişli (12 yaşında)
Doruk Yıldız (2 yaşında)
Yusuf Ali Say (5 yaşında)

Şimdi ben, şu soruyu sormazsam olmaz:
Bu kadar küçük çocukları, sonu ölümle biten bir sınavdan geçirmek hangi ADALETE sığar?
Değerli Dostlar,

Zaman zaman sorarlar. Türkiye ile Batı’nın arasında kaç yıl vardır?
Hiç abartmadan yanıtlıyorum:
500 yıl.
Çünkü Batı, bundan 500 yıl önce tüm din satıcılarını, sahtekârlı süpürüp attı!
Eğer Türkiye’de; mezhepçiler, tarikatçılar cemaatçiler, din tüccarı sahtekârlar ortalıktan yok edilmedikçe halkımız huzura kavuşamayacaktır.

Yılmaz Dikbaş
26 Ocak 2020, Pazar
0532 233 31 52

Deprem Gerçeği

Günlerdir deprem haberleri ile güne başlıyor, deprem haberleri ile günü sonlandırıyoruz. Elazığ, Malatya depremi ile canımız yandı, diğerlerini biraz uzaktan ilgisizce haber diye dinlerken…

Televizyonlarda hepimiz konu ile ilgili “ilgisiz” yetkilileri, ilim insanlarını, yorumcuları izliyoruz. Aklımızdan geçen soruların kimi cevaplanıyor, kimi kocaman bir soru işareti olarak havada asılı kalıyor.

Deprem; yer kabuğunda aniden ortaya çıkan enerji ile oluşan sismik dalgalanmalar ve bu dalgaların yeryüzünü sarsmasıdır. Dünya yüzeyini oluşturan kıtalar ve okyanuslar yaklaşık 70 ile 100 km arasında derinliğe sahip bir taş küre (Litosfer) içinde yer alır bu taş kürenin altında ise manto tabakası bulunur. Manto tabakasının altında ise halen çok sıcak olan çekirdek denen kısım vardır. Çok sıcak olan çekirdek içindeki  radyoaktif tepkimeler nedeniyle ortaya çıkan yüksek sıcaklık sonucu daha yumuşak bir yapıya sahip olan üst manto (Astenosfer) içinde konveksiyon akımları oluşur. Bu akımlarda adeta üst manto üzerinde yüzen bir durumda olan levhaları harekete geçirir. Bu levhalar fay kırıkları dediğimiz düzlemler üzerinde harekete zorlanırlar. Levhalar arasındaki sürtünme kuvveti bu zorlanmaya karşı koysa da itme kuvveti sürtünme kuvvetini yendiği anda kaymalar oluşur. Bu hareket çok ani ve kısa sürede gerçekleşir. Deprem dalgaları ortaya çıkar ve sarsıcı etkisi uzaklaştıkça azalacak şekilde tüm çevreye yayılır.

Kısaca depremlerin oluşumunu bu şekilde açıkladıktan sonra, dünyamız akkor halinden soğumaya başlayıp da kabuğunun oluştuğu zamandan beri bu döngü sürüp gitmektedir. Bizim hissedemediğimiz bir hızda levhalar birbirinden uzaklaşmakta ve yakınlaşmaktadır. Bu da depremlerin engellenemez bir şekilde levhaların batma ya da çıkma zonlarında sürüp gideceğini anlatır. Bu zonlarda yeryüzünde deprem kuşakları olarak karşımıza çıkar. Yurdumuz mutlaka hepimizin gördüğü deprem haritalarının gösterdiği üzere deprem kuşakları üzerinde yer alır.

Fay hatlarının üzerinde konumlanmış bulunan bir memlekete sahip olmak belki kaderdir. Deprem gerçeği ile sıklıkla karşılaşmak belki kaderdir. Ancak her depremde bu kadar canımızın yanması, yaşanılan bunca tecrübeye rağmen hiç ders almamamız kader midir?

Bilim insanlarının bunca uyarısına kulak tıkanması, hiçbir tedbir alınmaması nasıl açıklanabilinir? Hele büyük İstanbul depreminden sonra “deprem vergisi” adı altında hepimizden toplanan paraların depremin zararlarını önleyecek tedbirler haricinde çok farklı kaynaklara aktarılması nasıl bir akıl tutulmasıdır? Bunu sorgulayanların vatan haini gibi yaftalanması, nedir?

Bilimin gösterdiklerini görmeyip, aklın yolundan çıkıp, tüm olanları ilahi bir gücün iradesinin sonuçları olarak  algılamaya devam edersek, her deprem sonrası yaşadıklarımızı görmeye devam edeceğiz demektir. Depremin yıkıcı etkilerini bertaraf ederek bu gerçekle yaşayabilen ülkeleri kendimize örnek almalıyız. Bunun için sorumluluk sahiplerini göreve ve hesap vermeye çağırmak en tabii hakkımız.

“Deprem öldürmez, cehalet öldürür” diyerek en yakın zamanda ulusça aydınlanmamızı diliyorum.

Atatürk’ün Hayvan Sevgisi

Yağmurlu bir gündü. Pencerenin önünde yağmurla yıkanan tomurcuklara dalıp gitmiş, arkasında biri olduğunu fark etmemişti. Alnındaki kırışıklığı ve gözlerindeki yorgunluğu farkeden genç kız, usulca yanına yaklaştı. Belli ki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ancak sormaya da cesaret edemedi. Ama biliyordu ki bu duygusal adam yanında durup sessizce beklerse kendiliğinden içini dökecekti. Nitekim öyle de oldu. Adam genç kızın yanına sokulduğunu fark edince, onun saçlarını okşadı. Derin bir nefes aldı ve çok hüzünlü bir sesle:

Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün… dedi.

Kızın yüreği hop etti! Kim ölmüştü de onun bu kadar üzülmesine neden olmuştu ki? Demek gerçekten de çok sevdiği birini kaybetmişti. Şöyle bir düşündü, o günlerde öyle hasta olan bir kimseyi bir türlü anımsayamadı. Ama insan hayatı pamuk ipliğine bağlı değil miydi? Kimin ne zaman, nasıl ve nerede dünyadan göç edeceğini bilmek, kestirmek mümkün müydü? Genç kız bu düşünceler içindeyken adamın dostlarından biri odaya girdi ve elindeki silahını ona uzattı. Pencereden çekilen adam arkadaşının uzattığı silahı aldı. Donuk bir sesle:

Durumu nasıl? Hiç umut yok mu? diye sordu.

Beriki:

Maalesef! Yok… Herkes elinden geleni yaptı… Böyle daha fazla acı çekmesine müsaadeetmeseniz iyi olur… Bir şey daha söylemek isterdim…

Söyle, söyle…

Gözleri sanki sizi arar gibi…

Adam dudaklarını ısırdı:-Arar, arar ya…diye mırıldandı.Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar… Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti… O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma…

Genç kız olayı anlamıştı. İki gün kadar önce onun çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı. Hatta bir geceyi baytarlarla beraber başında geçirmiş, şimdi ise “umut olmadığı” haberini işitiyordu. Çaresizliğin bir insanı nasıl yıktığına o gün tanık olmuştu.

Adam elinde silahıyla, ağır adımlarla odadan çıktı. Genç kız da peşinden gitti. Atların olduğu yere vardıklarında seyisler, o güzelim doru atın başındaydı. Hayvanın karnı sık sık inip kalkıyor, ağzından köpükler saçıyordu. Belli ki acı çekiyordu. Gözleri büyümüş gibiydi. Adam eğildi, mendili ile atın ağzındaki köpükleri sildi. Titreyen elleriyle yelesini okşadı. Derken acılı hayvan efendisinin kokusunu alıp gözlerini ondan yana çevirdi. Sanki gülümsüyordu. Adamın yüzü bembeyaz kesildi:

Oğlum oğlum! diye mırıldandı.Şimdi bütün ağrıların, sızıların, acıların dinecek!

Adam atını birkaç kez üst üste öptü…:

-Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni? dedi.Doğruldu. Kımıldamadan durdu. Gözleri hayvanın gözlerindeydi. O’nun okşamaları sonucu sanki atın acısı hafiflemişti ve sanki karnı daha az inip kalkıyordu. Ağzındaki köpük de azalmıştı.

Adam silahını doğrulttu. Kabzayı sımsıkı tutmuştu. Sanki çelik parçasının soğukluğunu yüreğinde hissetmek istercesine… Öylece birkaç saniye bekledi. Atın tam kafasına nişan almıştı… Tetiğe dokunduğu anda her şey bitmiş olacaktı. Bu durumda bile birbirlerine sevgi ile bakıyorlardı. Bir hareket yeterliydi.

Birden adamın gözlerinden yaşlar boşandı… Yağmurdan  beterdi bu yaşlar… Eli yana düştü… Geri döndü:

Alın! Alın götürün bu hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün… Acı çekmeden ölmesini temin edin… Gerekirse iğne yaptırın… Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vurmamışımdır! Bana bunu yaptırmayın…

Atını çok seven adam bu olaydan sonra, uzun süre ata binememişti…

Bu adam Atatürk’tü. Yanındaki genç kız da Sabiha Gökçen.[1]

Atatürk, atının ölümü için duyduğu acıyı hep hatırlayacak,

Çocuğum olmadığında hikmet ve isabet varmış, eğer bir evlat kaybetmek felaketine uğrasaydım, kalbim bu elem ve kedere dayanamazdı”

diyerek anlatacaktı.[2]

Liderler, sahip olduğu güç ve toplumsal konum itibariyle içinde bulunduğu topluma ve politikalarına yön vermesi açısından önemliydi. Atatürk her yönüyle örnek olan, örnek alınacak bir liderdi. Onun bize bıraktığı miras, akıl ve bilimdi. Tüm yaşamı boyunca tutum ve davranışlarında ibadet gibi beliren ama bize söyleyemediği en önemli mirası “vicdan”dı. Vicdanın en belirgin hali ağzı olup dili olmayan hayvan sevgisindeydi.

Atatürk’ün hayvan sevgisi çocukluğunda başlamıştı. Kardeşi Makbule, ağabeyinin çocukken Can ve Alev adını verdiği iki köpeği olduğunu, Hacı diye adlandırdığı yaralı bir kargaya baktığını,[3] Selanik Askeri Rüştiye Okulu’nda ata merak sarıp,cuma günleri okuldan evezaman zaman atla gidip gelmeye başladığını aktarmıştı.[4] Kuşlara, köpeklere özellikle atlara karşı çok duyarlıydı. Çünkü atlarAtatürk’ün yoldaşıydı. Çoğu yolları onların sırtında aşmış, heyecanlarını birlikte yaşamıştı. 25 Nisan 1915’te Çanakkale’de karaya çıkan düşmana karşı sarp yolları atıyla aşmış, birliğini Kocaçimen’de bırakıp Conkbayırı’na onunla ulaşmış, durumu yerinde görüp en kritik kararları onun sırtında almıştı. Ata olan sevgisi ve biniciliği üniformayı giymesiyle başlamış ve onunla bütünleşmişti. Görev yaptığı her cephede onlar yanındaydı.

At, onun için o kadar değerliydi ki, en çok sevdiği atı Sakarya’yı, Latife hanıma armağan etmişti. Onların başlarını, sırtlarını, yelelerini, kuyruklarını okşarken elleri sevgiyle titrer, gözleri sevgi ile parlardı. Sık sık at gezintileri yapar, yorgunluğunu bu çok sevdiği hayvanların sırtında, onlarla konuşarak dinlendirirdi. Sanki atların da Atatürk’e karşı çok başka bir sevgileri vardı. Bazen seyislerine başkaldıran, huysuzlaşan bu hayvanlar, onun sesi ile hemen yumuşar, terslenmekten vazgeçerlerdi. Bir gün Çankaya Köşkü kabul salonuna yeni doğum yapmış atıyla tayını konukların şaşkın bakışları arasında içeri almıştı. Onları görünce adeta çocuk sevinciyle coşmuş, okşamış, sevmiş kendi eliyle şeker yedirmişti.

Atlı tramvayı süren sürücünün atları kamçılamasına sinirlenmiş, dizginleri eline alarak:

“Ben de idare ettim ama kamçılı idare etmedim”

demişti.[5]

Atatürk’ün yoldaşı olan diğer bir hayvan köpekti. Sofya’da yavruyken sahiplendiği setter cinsi köpeği Alp’i kendine arkadaş edinmişti. Sofya’dan birlikte döndüğü bu köpeği savaşta da yanındaydı. Onun odasında yatar, kalkma vakti gelip kalkmadığında gidip yoklar, onun sadık bakıcılığını yapardı. Ne yazık ki Diyarbakır Nablus’ta uçak bombardımanında kaybolmuştu.

Diğer bir köpeği Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlıların cephede otomobilde bıraktıkları beyaz sarı karışımı olan Alber isimli av köpeğiydi. Cumhuriyet ilan edildiğinde yanındaydı. Ölünce çok üzülmüştü. Daha sonra Yalova’da gezinirken bir köpeğe rastladı, onu sahibinden satın aldı. Bu köpeği, Foks’tu. Foks da Alp ve Alber gibi, Atatürk’ün yatak odasında uyudu. Karyolanın ayak ucunda özel minderi vardı. Yemek salonunda masanın altına kıvrılıp, sabaha kadar süren sofra sohbetlerine eşlik etmişti. Atatürk uykuya çekilene kadar yatmazdı. Sevmediği misafirlerin paçalarını ısırır, ayakkabıların uçlarını kemirirdi. Atatürk, Foks’a çok düşkündü. Adeta dokunulmazlığı vardı. Bilardo oynanırken masaya sıçrar, topların yerini bozardı. Atatürk bu yaramaz hallerine kahkahayla gülerdi. Çok gürültücüydü ama Atatürk’ün çalışma odasına girdiğinde uslu uslu oturur, hiç ses çıkarmazdı.

Törenlerde, balolarda, daima protokoldeydi. Atatürk’ün otomobilinde baş köşedeydi. Yabancı diplomatların hemen hepsinin hatıralarında yer almıştı. Atatürk TBMM’ye gittiğinde hep yanındaydı. Deniz keyfi yapılacaksa, vapura en önce o binerdi. Yurt gezilerine katılırdı. Atatürk trenle nereye gitse onu yanında götürürdü.

Gaziantep gezisinde Foks fazla durgundu. Akşam yemeğinde önüne konulanlara dokunmuyordu. Atatürk Foks’un karakterini iyi tanıyordu, “muhakkak biri bir şey söylemiştir, küsmüştür” diyecekti. O gün için ne olduğu bilinmiyordu ama vali konağının aşçısı yıllar sonra röportajda anlattı… Foks mutfağa girmişti, etrafı kokluyordu, yemeklere fazla yaklaşıyor diye aşçı öfkelenmiş, kepçeyle vurmuştu! 1933’te öldü.[6]

Çocuklar Atatürk’ü, köpeğiyle seviyordu. Kastamonu’da köpeğini seven bir çocuğa “Beni mi çok seviyorsun köpeğimi mi?” diye sormuş çocuk da rahat bir şekilde “köpeğinizi daha çok seviyorum” diye cevap vermişti. Bunun üzerine Atatürk “Niçin” diye sorunca çocuk da “Çünkü o sizi koruyor” diye cevap vermişti. Yine başka bir çocuk Atatürk’ü karşılarken köpeğinin nerede olduğunu sormuştu.

Atatürk’ün bilinen bu hayvanlarından başka,Birinci Dünya Savaşı döneminde Türk ordusunda görev yapan bir Alman subayı,anılarında “Sadık” adını verdiği köpeğini Atatürk’e verdiğini belirtmişti. Yine Çankaya Köşkü’nde Coli isimli bir köpeğin olduğu ve uzun beyaz tüyleri olan bir Ankara kedisinin Atatürk’ün çalışma odasında divanın üstünde gülünç bir şekilde uzandığından bahsedilmişti. Dolmabahçe Sarayı’nın arka bahçesinde bulunan geyiği doğal ortamına, ormana bıraktırmıştı.

Hayvanlara karşı çok merhametliydi. Sanki onlar da bunun farkındaydı. Atatürk Silifke’deki çiftliği ziyaretlerinde kimseye sormadan azgın bir boğanın yanına girmişti. Tehlikeli olduğu konusunda uyarmaya çalışan bakıcısının yüreği ağzına gelmişti. Ancak o azgın boğa Atatürk’e hiçbir şey yapmadı.

Atatürk, Halide Hanım’ı Ankara’ya geldiğinde istasyonda karşılamıştı. Orada bulunanlardan birinin fotoğraf karesine giriyor diyeortada başıboş dolaşan bir köpeği tekmelemesine, dik dik bakarak tepki göstermişti. Yıllarca kanlı savaşın içinde kalan Atatürk hayvanların, tavuğun bile kesilmesini görmek istemezdi.İzmir’e girdiğinde büyük bir sevgi gösterileriyle karşılanmış, balkondan kalabalığın içinde küçük bir kuzuyu görünce Ruşen Eşref Ünaydın’a “Aman çabuk gidin söyleyin; şu kuzuyu kesmesinler.” diye uyarmış ancak onun uyarısı yerine ulaşana kadar beyaz mermerler kana bulanmıştı. O da bu manzarayı görmemek için balkondan içeri girmişti. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamamış, böyle durumlarda ya sırtını dönmüş, ya da kesilmelerine engel olmuştu.

Atatürk kuşları da severdi. İki beyaz kanaryası vardı. Kafeslerini açtırır, uçmalarını seyrederdi. Onlar da alışmışlardı, salonda dolaşıp kafeslerine dönerlerdi. Köşkün arka bahçesinde güvercin beslemişti.[7]

Lider olarak Atatürk’ün hayvan severliği belli ki Türkiye’yi etkilemişti. Atatürk’ün atlara düşkünlüğü Türkiye’de binicilik sporunun gelişmesini sağlamış, kısa sürede dünya ölçüsünde başarılar elde edilmesiyle sonuçlanmıştı. Türk süvarileri, 1931’den itibaren uluslararası yarışlarda dereceler almıştı. 1938’de Roma Uluslararası Engel Atlama Yarışmalarında, Mussolini Uluslar Altın Kupası yarışmasında dünya birinciliğini kazanmışlar, bu başarıyı Atatürk:

“Beni bahtiyar ettiniz. Hepinizin gözlerinden öperim.”
İfadesiyle tebrik etmişti.[8] 

Kaynaklar:

[1]Gökçen, Sabiha. “Atatürk’le Bir Ömür”. Anıları Kaleme Alan: Oktay Verel. Altın Kitapları. 4. Basım.İstanbul.2007. s. 68-70.

[2]Yaşar, Selman.“Atatürk’te Hayvan Sevgisi”.Türk İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi. Cilt: 13. Sayı 25. 2018. Kış.

[3] Baltacıoğlu, İsmail Hakkı. “Atatürk, Yetişmesi, Kişiliği Devrimleri”. Atatürk Üniversitesi Yayınları.Erzurum. 1973. s. 15.

[4]Belli, Şemsi. “Makbule Ata’da Anlatıyor, Ağabeyim Mustafa Kemal”. 1959. s. 27-28.

[5] Yaşar, Selman. “Atatürk’te Hayvan Sevgisi”. Türk İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi. Cilt: 13. Sayı 25. 2018. Kış.

[6] Özdil, Yılmaz. Mustafa Kemal. Kırmızı Kedi Yayınevi. Birinci Basım. 2018. s. 394-398.

[7]Yaşar, Selman. “Atatürk’te Hayvan Sevgisi”. Türk İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi. Cilt: 13. Sayı 25. 2018. Kış.

[8]Ünver, A. F. Antik çağdan modern olimpiyatlara binicilik sporu ve Türk biniciliğinin olimpik gelişimi. Ankara Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Doktora Tezi, Ankara.2006. s. 60-70.

Kış Kış Cinler Kış Kış

Halkımız Tarafından Üretilmiş İnsanın Korkudan Ödünü Koparan Cinlerle İlgili 15 İnanış

1. “Cinler banyoda ve duvar deliklerinde yaşarlar.”
(Şimdi gel de yıkan. Tövbe estağfirullah) (:2. “Akşamları tırnak kesersen cinler gelir.”
(Gitti gece manikürleri!)3. “Aynalara çok bakmamak lazım. Cinleri görürsün.”
(Ayna karşısında uzun uzun süslenmeye son.)4. “Geceleri dışarıda ayakta işersen cin çarpar.”
(Özellikle incir ağacı diplerinden uzak durun.)

5. “Tuvalette şarkı söylersen cin çarpar.”
(Hiç mi bir keyfimiz olmayacak?)

6. “Gece yüzünü yıkamadan yatarsan sen uyurken cinler gelip yüzüne işer.”
(Tembellik de yasak.)

7. “Geceleri ıslık çalma cinleri çağırırsın.”
(Her türlü gebeşlikte cinler karşımıza çıkıyor.)

8. “Çöpün içine su dökme çarpılırsın.”
(Akıtıyor desen yine yapmazdık be!)

9. “Eşikte durma cin çarpar.”
(Durursam bundan sonra!)

10. “Gece vakti türkü söylersen yine cin çarpar.”
(Dinleyebilir miyiz?)

11. “Gece vakti çekirdek çitleyip çok sesli gülersen cinler sana musallat olur.”
(Bunu ilk söyleyen kesin bir büyük anneydi!)

12. “Ağaç diplerinde taharet olunursa cinler çok fena çarpar.”
(İnsanların oturduğu yerleri kokutma demek istediler herhalde.)

13. “Çöpe sıcak su dökülmez cinlerin çocuklarının bacakları yanar ve sana cin çarpar.”
(Çöpe sıcak su dökünce de ne pis kokar ya.)

14. “Soğan kabuğu cinlerin parasıdır. Yakarsan cin çarpar.”
(Buna mantık bulamadık.)

15. “Cinler geceleri çocukların yanına gidip onları yataklarına işetir.”
(Evet çocuğa bunu söyleyin ki bu sefer de korkudan işesin, bravo!)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Komşunun Hayati Önemi

Annemle babam çalıştığı sıralarda eve kuzenlerimiz dahi gelse almazdık, arka sokakta bir park vardı. Gündüzse, misafire bekle bizim de hava almamız gerekiyor derdik kapıdan, hemen hazırlanır birlikte parka giderdik.

Bir gün teyzemin kızı geldi, ona da aynı yöntemi uygulayıp parka gittik. Çekirdek içecek vs alıp, oturup sohbet ettik. Akşam saat yediye doğru hava çok kararıyordu, ablam hava kararmaya yakın dışarıda olmaktan çok korkuyordu. Teyzemin kızıyla vedalaştık, eve doğru yol tuttuk.

Erkek kardeşim çok ağır yürüyordu. Onunla her şeyi oyun oynar gibi yaparlardı. Ablam korktuğu için erkek kardeşime, hadi eve kadar yarışalım dedi. Arkasından çok büyük bir çarpma sesi. Etrafta erkek kardeşim yoktu. Araba hızla gaza basmış gidiyordu. Bir an erkek kardeşimi kaldırıma çok yakın bir yerde çarpılmış halde yerde gördük. Ablam hemen bağırdı, boşuna kaçıyorsun deyip çok yüksek sesle plakayı söyleyerek bağırdı.

Erkek kardeşimde küçük bir çarpılma gibi durum görüntüsü olsa da iç kanamadan ürktük. Hemen ablam kucağına aldı ve evinde zaten çapraz köşesine çok yakındık. Hemen karşı komşumuza seslendik. Adam yardımcı olmadı, götüremem halim yok dedi. Sesimizi altıncı kattan işiten bir komşu amca koşarak aşağı geldi ve kardeşimi hastaneye götürmek için yardımcı olmak istedi. Ablam, ben kaldıramam evde yemek hazırlayayım hem de küçük kardeşime bakayım deyince, kardeşimle birlikte biz hastaneye gittik. Ben ablamdan daha soğuk kanlıyım, ben zaten gitmeliydim.

Hastaneye gittiğimizde, annemle babam bizden önce ulaşmıştı. Ablam onlara da haber etmişti. Kardeşimde iç kanama olmamıştı fakat hala o çarpma sesi kulağımda çınlıyor, kazayı yapan adam da hastaneleri araştırmış plaka için bağrıldığından güya, panik olduğunu iletmiş ve bizlere ulaşmıştı. Annemle babam şikayetçi olmadılar.

Diyelim ki altıncı kattaki komşumuz evde değildi ve diyelim ki kardeşim hayat savaşı veriyordu, (yardım istediğimiz adamın tembelliğini biliyor, saygıda da kusur etmiyorduk), ya kardeşime bir şey olsaydı, o adam acilen yetiştiremeyeceğimiz kardeşime bir şey olsaydı, vicdan muhakemesi yapar mıydı? Belki yapmazdı diye düşünüyorum. Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin!

Bir gün apartmanda bir çığlık koptu, çocuğum ölüyor diye komçu kadının biri feryad ediyordu. O gün de annemle babam evdeydi. Küçük bir kızın boğazında yemek takılı kalmış. Annem hemen babama gereken şeyleri söyledi ve babam da uyguladı, küçük kızı kurtardılar. Sonuç, bugün o kız doktor oldu ve hayat kurtarıyor.

Görev Dağılımının Sevgiye Yolu

Size kardeşlerimle ilgili bir dönemi özetleyeceğim, çünkü çok kişiye örnek olabilir.

Biz dört kardeşiz; ablam, ben, benden küçük kız kardeşim ve bir de en küçüğümüz olan erkek kardeşim var.

Ben 13 yaşındayken annem babamla birlikte çalışmaya başladı. Ablam liseye henüz başlamıştı, bense orta sondaydım, küçük kız kardeşim ilkokula ve erkek kardeşimse biz okuldayken kreşe gidiyordu. Annem, işletme geç saate kapandığı için babamla birlikte eve geç gelirdi ve sabah da babamla birlikte erkenden çıkardı.

Her gün kazan kaynamalıydı, her gün bulaşık yıkanmalı, ev temizlenmeli, kardeşler ders çalıştırılmalı ve aklınıza gelebilecek her şeyin hakkını verebilmeliydik.

Önce evde karmaşa vardı, birileri kimin ne yapması konusunda kararsızdı. Derken evde gürültüler, komik olaylar ve ana konu hep sorumluluklar olmuştu.

Ablam dedi ki; sen evi güzel temizlersin, haftalık işleri de (evi toplama,yerleri silip toz alma) üstleneceksin, dedi.  Küçük kız kardeşime de; sen market görevini al, okuldan gelirken (yol güzergahına yalnız o uygundu) erkek kardeşimizi getirip, sofrayı hazırlayıp kaldırma görevini al, al dedi. Sonra ablam da kendi görevlerini iletti; tuvallet ve banyoyu temizlemeyi sevmiyorsunuz, onları ben alıyorum, bir de bulaşıklar ve yemek görevini de ben alıyorum, dedi.

İlk günden hepimiz okullarımızdan geldik, küçük kız kardeşim erkek kardeşimi alıp gelmişti. Ablam hemen parayı uzattı ve market işleriyle ekmek alması için siparişini iletti. Daha sonra, önce bulaşıkları yıkadı ve siparişler gelince de yemeğe başladı. Ben de üzerimi değiştirip hemen evi toparlamaya çalıştım. Erkek kardeşim bile bize yardımcı olmak istiyordu, geri kendi kendisine takılıyordu.

Yemekte ablam pek iyi değildi, özellikle tuz konusunda! Hep mi abartır bir insan? Salatalarda özellikle… Kendince yöntem de bulmuştu, süzek kabına koyup salatayı durulardı; ilk zamanlarda hiç leziz bir salata yediğimi hatırlamıyorum.

Ben hala evimi çok güzel temizlerim, o günlerde de hemen derler toplardım. Ev azıcık dağılsa, erkek kardeşim ben dağınıklığa alışık değilim toparlayın hemen derdi, bunu üç yaşındayken iletebiliyordu. Hemen o ne derse, hepimiz en küçüğümüzü hiç üzmek istemezdik.

Küçük kız kardeşim annem gibi ilginçti, ütü yapmayı çok seviyordu. Hoş herkes kendi ütüsünden mesuldü. Arada birileri birilerine kıyak geçebiliyordu. Yıllar geçip en küçük kardeşim okula başladığında onun önlüğünü hep küçük kız kardeşim üstlenmişti.

Ablam eğitimi çok önemserdi, yazılısı dahi olsa bizlerin yazılısı varsa önce bize yardımcı olmak isterdi, sonra kendisi ders çalışırdı. Mutfaktan hiç çıkmazdı. Bulaşık yıkar, yemek hazırlar, masaya oturur dersine bakabildiği kadar bakardı.

Ben gerektiği zaman küçüklerimi çok disiplin etmeye gayret ederdim.

Erkek kardeşim de zamanla görevler edinmek istese de ona kıyamazdık. Üç ablanın ve bir annenin sevgili oğlu oldu.

Hiçbir zaman bugün ben görevimi yapmak istemiyorum demedik, kavga etmedik, hepimiz üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmeye çalışıyorduk. Biz, birbirimizi her gün daha çok seviyor ve birbirimizi daha çok kolluyorduk.

Fedakarlıklar arttıkça da sevgimiz büyüyordu. Şarap misali birlikte geçirdiğimiz bu fedakarlık dolu yıllar (yaptığımız görevler ve paylaşımlarımızla) bağlarımızı çok daha güçlendirdi. Öyle zamanlar hatırlıyorum ki annem ile babamızı bile dışlamış, birlikte mutluyuz mesajını iletmiştik. Biz kardeşler hep birbirimize de sorumluluklarımızdan üzülür, ama hiçbir zaman da direk söylemezdik.

İnsanları erken tanıdık. Bizim iyi niyetimizi kullanmak isteyen genelde komşularımız oldu, evde çok değiştirmiştik. Örneğin bir komşumuz Arzu adında bir abla. Kendine hayrı yoktu, bunu bildiğimiz için arada ona ev işlerinde rica ettiği için yardımcı oluyorduk. Sonra, kadında alışkanlık oldu. Bir gün yine sürekli zile basıyordu, ablama dedim ki yine Arzu abla olmalı git cevap ver ona, senin lafın tok ve o hak etti artık dedim. Ablam kapıyı açtı ve Arzu abla yine yardım istiyordu. Ablam da şunları söyledi; bak Arzu abla sana fazlasıyla yardım ettik ve kardeşlerime ben ve annem dahil kıyamazken, sana daha fazla ne ben yardım edeceğim, ne de kardeşlerimin yardım etmesine müsade edeceğim, ama seninle dostluğumuzu da bitirmek istemiyorum, lütfen dost kalalım, dedi. İlişkimiz devam etti ve kötü olmayıp yardım etmeyi de bıraktık. Bu olay gibi nice olaylar yaşadık.

Sürekli evdeydik kardeşlerimizle, birbirimizle olmayı çok sevdiğimizden, başka insanlarla olmayı arzu etmezdik. Komşuya pek gitmez ve akrabalar ile de pek görüşmezdik. Ablamla ikimiz pek yaşayamadık gençlik, ama bizim gibi yaşamasınlar diye de küçüklerimize intiba gösterirdik. Örneğin, biz yirmi yaşın üstündeyken hala sinemaya gitmemiş, biriktirdiğimiz harçlıklarla da kardeşlerimizi sinemaya çocukken göndermiştik.

Tüm kardeşlerimi çok seviyorum, iyi ki birlikte büyümüşüz.

Kardeşlikten İleri Yakınlık

Türkiye Museviler Cemiyeti Onursal Başkanı BENYAMİN PİNTO şu açıklamayı yapmıştı:

“Süleyman Demirelin Sayın Ezer WEİZMAN ile kardeşlikten ileri bir yakınlığı vardı. Aralarındaki iletişim görülmeye değerdi.”

Değerli Dostlar,

Bazı ek bilgileri sunmam gerekiyor.
Ezer WEİZMAN, Siyonist İsrail Devleti’nin 7. Başkanıdır.
“EFENDİ TERÖRRİSTLER” adlı kitabımda, belgelere dayanarak onun bir “efendi terörist” olduğunu açıklamıştım,
Beymanin Pinto, “Yahudi” sözcüğünün yerettiği olumsuzluğu gidermek için “Musevi” sözcüğünü kullanmaktaydı. Amansız bir Yahudi Siyonist’tir, sırası geldiğinde açıklarım.

Şimdi fotoğrafa yaniden bakalım:
Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Siyonist Yahudi “Terörist” Ezer Weizman ile İsrail’de buluşuyorlar.
Aralarında öyle koyu bir sohbet gelişiyor ki, Siyonist Yahudi Beyamin Pinto, ağzının suyu akarak, kardeşlikten ileri bir yakınlıkları vardı, görmeye değerdi” diyor.

Değerli Dostlar,

Benyamin Pinto’nun şifreli söylediğini ben açık açık yazayım.
Tel Aviv’de iki Yahudi buluşmuşlar, sarmaş dolmaş olmuşlardır.
Biri İsrail devlet başkanı, diğeri ise Süleyman Demirel’dir…

Gizli Yahudi Süleyman Demirel, 10 yıl başbakan, 7 yıl da cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi yönetmiştir….

Yılmaz Dikbaş
25 Ocak 2020, Cumartesi
0532 233 31 52

Nükleer Enerjiye Mahkum Muyuz?

Ülkemizde Mersin, Sinop ve Trakya’da kurulması planlanan nükleer santrallerin en ucuz, en temiz, en kolay enerji üreteceği yönünde yapılan reklam gerçekleri yansıtıyor mu?
Gelin söylenenlere yakından bakalım, önce kolayca anlaşılabilmesi için santralin tanımını yapalım.

Uranyum (235U) izotoponun fisyonu (çekirdek bölünmesi) sonucunda serbest kalan enerji bir nükleer reaktörde ısı şeklinde ortaya çıkar. Bu ısıyı elektrik enerjisine çeviren donanım reaktöre eklenerek santral kurulur. 1 Gram uranyum 2,5 ton kömüre eşdeğer enerji üretir. Bu büyüklük nükleer savunucularının temel taşı olagelmiştir. Ülkemizde 50 yıldır tartışması süren bu santrallerin en sonunda kurulma aşamasına gelmesi sırasında yaşanan anlaşmalar, itirazlar, protestolar, mitingler, geri adımlar, dayatmalar ve her türlü çevreci mücadeleleri bildiğinizi varsayarak işin sadece görünen ve görünmeyen yönlerini en basit haliyle karşılaştırmak isterim.

Enerji kaynaklarının sınırlı olduğu savıyla, bir kurtuluş yolu gibi gösterilen nükleer santraller aşağıda söylenen faydaları sağlayabilir mi?

-‘Nükleer enerji ucuzdur!’ 1950’lerde Amerikan nükleer lobisinin ölçülmeye değmeyecek kadar ucuz diye uydurduğu yalana dünyada da inananlar olmuş, ama kendi ülkesinde bile nükleer santraller ancak; federal hükumetin destekleriyle kurulmuştur. Bizim açımızdan bakarsak yerli ve milli olmayan, yakıt, teknoloji ve üretiminde dışa bağımlı olunan bir enerji; asla ucuz değildir. Dış borçların tavan yaptığı ülkemizde parayı yabancı şirketlere, üstelik alım garantisi ve dünya ortalamasının çok üstünde fiyat vererek aktarmak akıl karı mıdır?

-‘Nükleer enerji risksiz, tehlikesiz enerjidir!’ Atomun parçalanması ya da başka atomlarla birleşmesi diyebileceğimiz çekirdek tepkimeleri radyoaktif ışımalara sebep olur. Bu ışımalara maruz kaldığınızda doğrudan hücrelerinizdeki genlere etki eder. Yüksek oranda ışıma olmuşsa; kısa zamanda ölürsünüz, ölmemişseniz kanser olursunuz, çocuk yapabilecek durumda iseniz, çocuklarınız ve gelecek kuşaklarınız bildiğiniz hastalıkların dışında anomali ile doğarlar. Bakın şöyle belirteyim, bir yangından kaçarak kurtulma olasılığınız vardır, ama bir nükleer kazadan kaçarak kurtulamazsınız. Radyoaktif dalgalar beton binalarda bile size ulaşır! Dünyadaki nükleer kazaların sonuçları bazı film ve romanlara konu olsa da genellikle saklanır. (Çernobil kitabını okumanızı ya da 4 bölümlük diziyi izlemenizi öneririm.)

-‘Nükleer enerji çevre dostudur!’ Bakın nükleer santraller enerji üretim aşamasında aşırı ısındığı için su ile soğutulmaları gerekir ki bu da en yakındaki su kaynakları kullanılarak yapılır. Ekosistemlerde bir iki derecelik artış bile, milyonlarca yıldır süregelen canlı yaşamını etkiler. Bu yüzden, balıklar ve sualtı bitkileri zarar görür, hatta yok olur.

-‘Nükleer atıklar sorunsuzdur!’ Bu tam bir yalandır. Nükleer tepkime de çıkan maddeler binlerce yıl tepkimeye devam ederler ve ışıma yaparlar. Bu durumda saklanmaları çok zordur. En iyi depolamanın yapıldığı varsayılsa bile yer sarsıntıları, su sızıntıları ile önceden kestirilemeyen sonuçlarla karşılaşmak olasıdır. Şunu unutmamalıdır ki bir santral kapatılsa bile normal gücünün % 10’u kadar radyasyon üretmeye devam eder.

-‘Nükleer enerji üretirseniz atom silahınız olur!’ Buna ancak kargalar güler, çünkü böylesi bir amaca ancak uzun yıllar boyunca külfetli ve kirli işlemler sonucunda ulaşılabilir. Emperyal güçlerin en basit teknolojiyi bile başkasıyla paylaşmadıkları düşünülürse, nükleer silah söz konusu olduğunda neler yapacaklarını tahmin edebilirsiniz. Enerji amaçlı bir santralde nükleer silah üretilmesine ilgisiz kalabilirler mi?

-‘Nükleer enerjinin alternatifi yoktur!’ Ne yazık ki var olan termik santraller kapasitenin altında çalıştırılarak kaynak israfına yol açmaktadır. Enerji sektöründeki özelleştirmeler ve dışa bağımlı kaynaklar yüzünden halk pahalı enerjiye mecbur edilmektedir. Sık elektrik kesintileri yaratılarak nükleer santral şartı ileri sürülmektedir. Oysaki elektrik iletim hatlarındaki onarım ve iyileştirme çalışmaları ile kayıp halindeki enerji tüketicilere iletilerek neredeyse 2 nükleer santralin üretimi kadar elektrik sağlanmış olacaktır. Güneş, rüzgar, dalga, termal, bor enerji kapasitemizi de göz önüne aldığımızda henüz değerlendiremediğimiz alternatif kaynaklara sahibiz.

-‘Nükleer enerji tarımı, turizmi etkilemez!’ Suyu, havayı kirleten bir santralin çevresinde toprağın temiz kalması düşünülemez. Tarım ürünleri radyasyona maruz kaldıkça, yiyenlerde de kanser vakaları artacaktır. Zamanla toprağın verimi de düşecek, ürünlerin yapısı bozulacaktır. Santral çevresindeki bitki örtüsü de kirlenmeden payını alacak ki insanlar öyle bir yere tatile niye gelsin. Bu durumda yaşanacak sorunların ekonomik boyutu dikkate alındığında yöre halkının da fakirleşeceğini söylemek yanlış olmaz.

Şimdi konuyu bağlayabiliriz, eğer ki nükleer santraller söylenildiği gibi kusursuz olsaydı başta ABD olmak üzere, santrallerini kapatmaya, yenilerini iptal etmeye, hatta projelerine kadar askıya almaya kalkmazlardı…

Fransa, Almanya, İtalya, İsveç, Kanada, İspanya, İngiltere, İsviçre, Avusturya, Filipinler, Brezilya, Çin nükleerden vazgeçerek alternatif enerjilere ağırlık veriyorlar. Rusya yaşadığı faciadan sonra onlarca projesini iptal etti, ama ne acı ki Mersin Akkuyu’da yeni teknoloji diyerek nükleer santral yapıyor. Her konuda olduğu gibi halka, doğaya, bilime, kulağı kapalı bir siyaset yanılmaktan korkmadığını kaç kez kanıtladı. Ancak, nükleer felaketler hafife alınacak türden değildir.

Benim düşünebildiğim ve özetlemeye çalıştığım bu başlıkların çok daha kapsamlıları, sorumluların, ilgililerin, siyasilerin, bilim insanlarının araştırma konusu olmalıdır! Elbette nükleer enerjiye mahkum değiliz!

Teknolojik olarak bizden çok ilerde olan ülkelerde bile nükleer kazalar yaşanıyorsa, bizim yüz kere düşünmemiz gerekir. Vahşi depolama ile yaratılan çöp dağının patlamasını önleyemeyip, insanların ölümüne sebep olanlar, üstelik her işini Allah’a emanet ediyorlarsa, bu ülkeye nükleer santral lazım değildir! Bunca risklere rağmen, itirazlara kulak tıkayarak santral yapımı için bu kadar ısrar ediliyorsa, anlaşma dosyalarının altındaki banknotlar çoktan birilerinin kasasına girip harcanmış olabilir!

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/gelecegintrendleri-yeni-binalar-icin-berlin-evlerin-catilarinda-gunes-enerjisinin-zorunlu-olduguna-karar-verdi/?amp=1

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/kuresel-dusunebilmek/?amp=1

https://xn--gndemarivi-9db80j.com/gelecegintrendleri-bulutlu-gokyuzu-organik-atiklardan-yapilan-bu-gunes-enerji-sistemi-icin-sorun-yok/?amp=1

 

Mevlam

Huntington Hastalığı, diye bir beyin hastalığı var. Hastanın beyin hücreleri hızla yıkılıyor! Hasta, hareket etme ve düşünme yetilerini yitiriyor. Sonunda hasta ölüyor.
Kalıtımsal bir hastalık, zamanımızda tedavisi yok.

Değerli Dostlar,

Pek beğenilen bir türkümüz var, şöyle başlar:

Mevlam birçok dert vermiş
Beraber derman vermiş
:

Hiç kimseyi incitmemeye özen göstererek soruyorum:

Mevlam, Huntington’a neden derman vermemiş?
Hem de Mevlam, bu hastalığı, bebek daha doğmadan DNA’sına, yani genlerine yerleştirmiş?

Değerli Dostlar,

Mevlam hepimize akıl vermiş. Her konuda sorular soracak, herkesi sorgulayacağız. Mevlamız dahil!

Yılmaz Dikbaş
23 Ocak 2020, Perşembe
0532 233 31 52