Aylık arşivler: Nisan 2019

Atatürk Ve Din (10)

Ben sanıyorum ki bu millete, bu memlekete cümlenizce malum olduğu gibi şuradan buradan gelmiş olan bu kötü âdet -ki ne din, ne ahlâk ve ne tabiat bunu kabul etmez- ve ne de Allah emretmiştir. Bu kötü halleri Batının süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikatan yukarıdan aşağı açık bir kafesle ayrılmış birtakım yaratıklarla dolu idi. Kasabalarda ve şehirlerde yabancıların dikkatini çeken önemli manzara ve ifade olunan önemli hal cümlemizce malumdur ki, daha çok örtünme şekli üzerinde tespit edilmiştir. Bu örtünme şekline bakanlar hüküm veriyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler bu örtünme şekli din icabı da değildir. Hatta o kadar değildir ki, meşru da değildir. Din gereği örtünmeyi ifade etmek lazım gelirse kısaca diyebiliriz ki, kadınların örtünmesi, külfet gerektirmeyecek ve adaba uymayacak şekilde olmamak şartiyle basit olmalıdır. Bu dediğim ifade ile ortaya çıkacak olan örtünme şekli belki Batı âlemindeki örtünme şeklinden az çok farklı olabilir. Fakat meselenin önemli noktası hemen uymak da değildir ve  böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki örtünme şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan ayıracak, meşru olmayacak dereceye getirmemiş olsun.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.179.

Pekala biliyorsunuz ki Cenabı Peygamberin ahrete göçmesinin daha ertesi günü derhal herkes, hatta her ufak kabile başka başka şeyler düşünmeye başladılar. Özellikle İslam memleketleri genişledikten sonra Suriye’de yaşayanlar başka, Mısır’da, Irak’ta yaşayanlar başka ve her yerde yaşayanlar başka başka mecburiyet altında idiler ve öyle düşündüler. Fakat her halde hepsini bir noktada toplamak isteyenler, daima aynı duyguda, aynı dinî duyguda bulunan insanları yekdiğerine çarpıştırarak birbirini öldürtmekten başka ve sonu gelmeyen kan döktürmekten başka hiçbir sonuç alamamışlardır. Olayın ve tarihin ifade ettiği bir şeyi, söylediğim gibi ilim ve fen de kabul etmez.

 2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği -Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.162.

Bilirsiniz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirde hükümet şekli yoktur. Şu veya bu §ekil ifade edilmiş değildir. Yoktur. Yalnız hükümetin nasıl  olması lazım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şûradır, meclistir. Hükümetin behemehal meclis olması lazımdır. O kadar ki bizzat Cenab-ı Peygamber şûrasız muamele yapmazdı, Allah tarafından menedilmişti. İkinci esas adalettir. Şûra adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükümet şekli bçğenilmemiştir.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine izmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, istanbul, Şubat 1997, s. 186.

Efendiler, saygıdeğer bilginler! Çok iyi bilelim ki bizim dinimizi bizden daha çok inceleyen onlardı. Bugün biliyoruz ki Arap’ta dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsanın dinsiz olmasının imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bir sözü ne için söyledim; onu arzedeyim: Dinsiz kimse olmaz. Bu genelleme içinde şu din veya bu din demek değildir. Tabiatiyle biz, içine girdiğimiz dinin en çok isabetli ve çok olgun olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu inanışı, nurlandırmak lazım, temizlendirmek, güzelleştirmek lazımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa inanışımız, çok zayıf insanlardan sayılı olur. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olur.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.216-217.

Arkadaşlar, yaradış kudreti insanları iki cins olarak yaratmıştır. Fakat bu cinsler yekdiğerinin lazımı ve tamamlayıcısı olarak yaratılmıştır. Bunlar ayrı ayrı hiçbir şey değildir. Fakat birleştikleri vakitte bir şeydir. Çok büyük bir şeydir. Bütün insanlığın neslinin devam edebilmesinin kaynağıdır. Hazreti Adem ile Hazreti Havva’nın nasıl yaratıldığına dair olan görüşler birbirine uymaz. Ben onlardan bahsetmek istemem. Yalnız herhangi bir başlangıç kabul edildikten sonra, ondan ve sonraki insanlığın geçirdiği safhalarda her ne görürseniz  “Kadın”ın eseridir. Ben annemden aldığım terbiye ile hayatımın çok senelerini vehimler (kuruntular) içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, o vehmedilen kişilere karşı çok ibadet ettim. Çok dua ettim.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.175.

Tam cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü genel koşullan ve yüzyılın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslam âleminin şimdiye kadar vehim edildiği bir noktadan sevk ve idaresine maddi olanak yoktur ve olamaz (Alkışlar). Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü bu olmamıştır ve olamayacaktır, dediğim zaman bu benim ifadem değildir. Tarihin ifadesidir. Arkadaşlar! Bin üç yüz şu kadar yıldan beri bu nazariye nerede ve ne vakit uygulama kabiliyeti bulabilmiştir?

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 162.

 

 

Atatürk Ve Din (9)

Milletimizin, memleketimizin irfan yuvalan bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın ve erkek, aynı şekilde oradan çıkmalıdır. Fakat, nasıl ki her konuda yüksek meslek ve uzmanlık sahipleri yetiştirmek gerekliyse, dinimizin felsefî hakikatlerini inceleyecek, anlayacak, öğrenecek; ilim ve fennine sahip olacak, seçkin ve hakikî yüce bilginleri yetiştirecek kurumlara sahip olmalıyız.

 31 Ocak 1923 ASD, c.II, s.90.

Arkadaşlar! Bu siyaset (Yavuz Sultan Selim’in İslâm âlemini birleştirme siyaseti), Türk unsurunun hayatının, topluluğunun, mutluluğunun gerektirdiği bir siyaset değildir. Bu, yalnız bu milletin her nasılsa başına geçmiş ve onu nasılsa zorbalığı altına almış bir kişinin kendi ihtirasını doyurmak için uyguladığı bir siyaset idi. Onun için kişiler değiştikçe, kişiler söndükçe bu siyaset de sönmüştür. Ancak millet her birini ayrı ayrı elde etmeye çalışarak kendi kuvvetini, kendi kudretini, her şeyini vermiş ve kendi hayatı ile ve kendi evi ile uğraşmaya vakit bulamamıştır. Bu açıklamalardan çıkan noktalar şunlardır: Bir unsur için, bir millet için izlenecek siyaset ne olmalıdır? Kendimizi ele alalım: Biz dinî bir siyaset izleyebiliriz. Millî bir siyaset izleyebiliriz. Veyahut hem millî, hem de dinî bir siyaset izleyebiliriz. Dinî siyaset izleyelim dediğimiz zaman herkesçe bilinen ifadesiyle söylemek lazım gelirse, İslamı birleştirmek siyaseti demektir.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 161.

Daima öne sürülen bir şey vardır ki o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti yok etmek isteyen o koyu düşmanlar bizi daima her işimizi din etkisi altında tutmuşlardır.

Halbuki arkadaşlar; bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey istemez. Tabii içinizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki Allahın emrettiği emir, Müslüman ve Müslimenin ve evli kadınların da beraber olarak her türlü ilim ve irfanı elde etmesidir. Dinin emrettiği budur. Gene hepimiz biliriz ki bu ilim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla cihazlanmaya dince de mecburuz. Evvela derim ki, Allah emri Müslüman ve Müslimenin aynı derece ilmen, fazileten ve her görüş noktasında olgunlaşmasıdır. İkinci şeriatı Kur’an ile hatırlatmak istiyorum. Bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim?. Hepsi gidecektir; kadın da gidecektir. Bunun üzerine dinin bir engellemesi yoktur.

2 Şubat 1923* Türkiye’nin Geleceği Üzerine izmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 177.

Efendiler! Bu siyasetin içinde hem dirtsel siyaset vardır. Hem de ulusal siyaset vardır. Bunun üzerine biz birbirine karıştırılmış ve fakat uygulanabilecek, aklın kabul edeceği bir siyaset takip etmiş olmalıyız. Eğer İslamlardan, “Allah” kelimelerini yükseltmek bir dinsel görev olarak isteniyorsa, hiç şüphe yok, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve fakat bütün bu kudret ve kuvvet ne kadar dimağen yüksek olursa, ilimde, fende ne kadar yetişkin olursa tabiatiyle “Allah” kelimelerini yükseltmeyi o kadar çok iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu tarzda çalışmadan daha çok memnun olabilir. Bütün İslam ehline de ne yapmak lazım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir örnek gösterilmiş olur.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 163.

Arkadaşlar, yüzyıllardır sürüp gelen zihniyetleri, âdetleri ve gelenekleri kökünden çıkarıp atabilmek itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir. Güç bir meseledir. Örnek: Ben kendimden bahsettim. Benim rahmetli anam beni terbiye ederken bana derdi ki, “Padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var.” Ben zaten evliyanın ne olduğunu, büyük ve üzeri yeşil örtülü birtakım metfonlere bakaraktan öğrenmek istiyordum. Her halde büyük bir şey, manevi, gökten inmiş bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine malik olan insan ne olacaktı? Dehşet veren bir şey! Ve böyle bir büyüklük korkusunun ve büyüklüğü belirten hakkında söz söylemek de günahtır. Annemin de bana verdiği terbiye bu idi. Ve hiç şüphe etmem ki, çoğumuzun aldığı terbiye budur. Annemin de kabahati yoktur. Çünkü ona da annesi aynı terbiyeyi vermişti.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.175.

Bu devleti, yeni Türkiye Devletini kuran bir asıl unsur vardır. Ve bu unsur ile çalışmalarını birleştirmiş, talihlerini birleştirmiş unsurlar da vardır. Bu unsurlardan vatandaş da vardır. Başka başka din ve mezhepte bulunanlar vardır. Bu memleketi ve bu devletin hakiki dayanağına daima, iyi, yüksek, saygılı duygularla duygulanmış gülleri (?) ve hareketleri ile daima bu duygular içinde geçmiş bulunan ırkların aynı dinden olması şart değildir. Misal: Musevi vatandaşlarımız gibi… Şüphe yok ki Musevi vatandaşlarımız hiçbir vakitte bu memlekette olduğundan daha çok refah ve saadete malik olmazlar. Şimdiye kadar böyle olmuştur. Yeni Türkiye, bu suretle kendilerine daha çok inandırıcı ve emniyet verici olur. Diğer unsurlar dahi, Müslüman olmayan unsurlar dahi mübadeleden sonra memleketimizde kalmış olacaklar dahi emin olabilirler ki, şimdiye kadar kapıldıkları teşviklerin bundan sonra hiçbir faydası, etkisi, hükmü olmadığını takdir ederler ve tam sadakatla bu milletin içinde yaşamağa karar verirlerse hiçbir vakitte bu millet tarafından kötü muameleye maruz kalmayacaklar, insaniyetin gerektirdiği bütün hususların kendileri hakkında tatbik edilmiş olduğunu göreceklerdir.

 2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.225.

Gerçekten de akıllı ve anlayışlı olanlar için çok faydalı bir şeydir. Şu veya bu işte, o işlerde uzman ve derin bilgisi olan insanların sözlerine itaat iyiliği gitirir, saadeti ve refahı getirir. Millet her noktadan keııdi yararlarını muhafaza edecek olan ve yararları korumak için lazım olan vasıfları, meziyetleri toplamış bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden kurulu bir şûraya malik olursa ve bu şûra, adalet üzerine hareket ederse işte Allahın ve Kur’an’ın istediği hükümet olur. Çok iftihara şayandır ki milletimiz ancak 1 300 sene sonra bu Kur’an hakikatlerini fiili halde göstermiş oldu.

2 Şubat 1923 Türkiye’nin Geleceği Üzerine İzmir’de Halkla Konuşma, aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.187.

Atatürk Ve Din (8)

Şurasını unutmamalı ki, bu idare biçimi, bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü, biz ne Bolşevikiz, ne de Komünist; ne biri, ne öbürü olamayız. Çünkü, biz milliyetperver ve dinimize saygılıyız. Özetle bizim hükümet biçimimiz tam bir demokrat hükümetidir. Ve dilimizde bu hükümet, “halk hükümeti” diye anılır. Hilafeti muhafaza edeceğiz. Şu şartla ki, Büyük Millet Meclisi ve millet, halifenin dayanacağı bir dayanak ve kuvvet olacaktır.

2 Kasım 1922 “Petit Parisien Muhabirine Bursa’da Verilen Demeç”, ASD, c.III, s.51-52.

Türkiye halkı kayıtsız şartsız egemenliğine sahip olmuştur. Egemenlik, hiçbir renkte, hiçbir biçimde, hiçbir anlam ve yol göstericilikte ortaklık kabul etmez. Halife olsun, unvanı ne olursa olsun, bu milletin kaderinde hiçbir pay sahibi olamaz.

18 Kasım 1922 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c.III, s. 1052.

Halife Abdülmecid’e Kutsal Emanetleri Teslim ve Kutlamaları Bildirmek Üzere Meclis’ten Bir Heyetin Seçilerek Gönderilmesine Dair Meclis Reisliği Tezkerelerine İlişkin Olarak Efendiler! Şüphe yok ki, Halifenin zatına (Efendi) demek, onun şerefinin değerini azaltır. Bu kullandığımız (Efendi) kelimesi üzüntü vericidir ki genelleştiğinden bertaraf edilemiyor. Bu Rum kelimesidir. Rum unvaniyle halifenin şerefi yükseltilmek isteniliyor! Halife (hazrettir) ve ona (hazret) denilir. Ona lisanımızda başka bir unvan yoktur. Sonra vuku bulan ifadelerde tabiî bizim meclisimiz, bizim milletimiz, hakikati ifade edecek tâbirler kullanıyor. Halife zatları (müslümanların hâdimi, haremin hâdimi) onun hakikî tâbirleri budur. Herkes şahsen istediği lakapları kullanabilir. Fakat hakikî unvanı Müslümanların Halifesi’dir. Haremin Hâdimi’dir ve hazrettir. Salâhattin Bey (Mersin): Hazrettir. Fakat mevcudolan göreneklere saygı gösterilir, onlar devam ettirilir. Gazi Mustafa Kemal Paşa (Ankara): Onlar dalkavukça lakaplardır.

20 Kasım 1922 ASD, c.I, s.280.

Milletimiz, ne şeyhislamların din gereğidir, diye gericiliğe sığınan fetvalarına ve ne de halife ve padişahın, camilerden çalınan ayet ve hadislerle süslü ve o sözlerden oluşan sancakları başlannıda taşıyan hilafet ordularına; ve ne de Milli Mücadeleye devamın, hiçbir şey  üretilemediğinden başka, büsbütün mahvına neden olacağını ve yok olacağını söyleyerek, milleti, bağımsızlık ve egemenliğinde savsaklamaya zorlayan Babıâli önde gelenlerinin gafilce ve cahilce çalışmalarına; ve en sonunda, ne de uçaklarıyla halifenin, padişahın beyannamelerini savaşan ordumuz saflarına atan ve halife adına hareket ettiğini söyleyen Yunan ordusunun aldatmalarına; zerre kadar ilgi göstermedi ve göstermeyecektir. Bu millet, yüzyıllardan beri bu gibi gericilerin, cahillerin, ikiyüzlülerin, çıkarcıların, serserilerin sözlerine inanmak saflığını gösterdiğinden dolayıdır ki, bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahkûm, çıplak ayaklarıyla ve çıplak bedenleriyle çamurların, karların, yağmurların amansız tokatları altında yeniden aklını başına toplamak zorunda kalmıştır.

16 Ocak 1923 ASD, c.ll, s.58-59.

Olaylar ve tarihî tecrübelerimiz, bize milleti koyun sürüsü halinde keyfin, arzu ve ihtirasların ve hiçbir suretle tatmin edilemiyen menfaatlerin elde edilmesine sürüklemekle yokolması sonucunu doğuran mahiyete dönüşen idare tarzlarının artık memleketimizde uygulama yerinin kalmadığını göstermiştir. Millet, hâkimiyetini değil, hâkimiyetin bir zerresini dahi başkasına terk ve devrini gerektirecek felâketin, çöküşün, hayâl kırıklığının acısını her an kalp ve vicdanında hissetmektedir. Zaten iradenin ve hâkimiyetin parçalanamaz ve bölünemez olduğunu ilmen ve hakikaten düşündükten sonra böyle bir nazariyenin eyleme uygulanmasına kalkışmak ancak nazarî ve yapay bir işe zorunlu olarak yeltenmekten başka bir suretle yorumlanması mümkün değildir. Millet ve memleketimiz için ise bu zorunluluk geçmiştir. Milleti hâkimiyetinden yoksun eden engel, milletin galeyan ve haklı taşkınlığıyla biraz zahmetli ve fakat sonuç olarak başarılı surette ortadan kaldırılmıştır.

 16 Ocak 1923 (İstanbul Gazeteleri Temsilcilerine) ASD, c.ll, s.58.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Halifenin değildir ve olamaz. Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnız ve yalnız milletindir. Bu meclis yalnız ve yalnız milletin emrine uymak zorundadır. Hilafet makamını bu şekilde tanıdıktan sonra, bu makamı, Türkiye milletinin egemenliğini zedeleyecek bir makam diye anlamak doğru değildir. Ancak, bir sakınca doğarsa bunu, yalnız bu makama atfetmek gerekmez. Bunu yapmak için, en önce düşüncelerini şeriat kisvesine sokan bazı cahiller, çıkarcılar ve dalkavuklar ortaya çıkabilir. Fransızlar, büyük ihtilali geri getirmek için tam bir yüzyıl çalışmışlardır. Hayat felsefesinin garip bir görünümüdür ki, her yararlı ve yeni şeye karşı kesinlikle bir kuvvet çıkar. Buna bizim dilimizde (irtica) derler. Bütün millet emin ve rahat olsun ki, devrimi yapanlar, bu gibi olumsuz kuvvetleri, çıktığı noktalarda yok edecek kudret ve yetenek ve önleme sahiptirler.

18 Ocak 1923 ASD, c.II, s.63.

Aydın ve dindar olan milletimiz, gelişmenin nedenlerinden biri olan heykeltraşlığı, en üst derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi atalarımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya duyuracaktır. Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki erdeme sahiptir. Bu erdemleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz. İnsanlar olgunlaşmak için bazı şeylere muhtaçtır. Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki bilimin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki, o milletin, ilerleme yolunda yeri yoktur.

22 Ocak 1923 ASD, c.II, s.66-67.

Ondan sonra hilâfet meselesine sözü getirerek hilâfetin yalnız Türkiye halkını değil bütün islâm âlemini kapsaması nedeniyle bu makam hakkında bir karar vermek Türk milletinin yetkisi dışında bulunduğu, hilafet makamının bir bağlantı noktası olarak korunduğu ve işbu makama Türkiye’nin millî egemenliğini kayıtlama mahiyetinde hiç bir yetkinin verilemiyeceğini ve koruyucu halifenin de aynı fikir ve kanaate sahip bulduklarını sandıklarını izah eylemişlerdir.

22 Ocak 1923 (Bursa’da Şark Sineması’nda Halkla Konuşma) ASD, c.II, s.70.

Düşmanlarımız bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla suçluyorlar ve duraklamamızı ve düşüşümüzü buna bağlıyorlar. Bu yanlıştır. Bizim dinimiz hiçbir zaman, kadınların erkeklerden geri kalmasını istememiştir. Allahın emrettiği şey, müslim ve müslimenin, beraber olarak bilim ve irfan kazanmasıdır. Kadın ve erkek, bu bilim ve irfanı aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak zorundadır. İslâm ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kayıtlarla kayıtlı zannettiğimiz şeyler yoktur.

 31 Ocak 1923 ASD, c.II, s.86.

Hükümdarlar, kendilerini zihinde tasarlanan bir kuvvetin temsilcisi tanırlar ve bundan zevk alırlar. Ancak onların çevresindeki çıkarcılar, bunu din kisvesine büründürerek bütün milleti aldatmaya, alçaltmaya  çalışırlar. Bu gibilere gerici ve hareketlerine gericilik derler. (…) Fetva ile ya da şu, bu gibi telkinlerle milleti gericiliğe yöneltmek isteyenlerin yeri, zindan olacaktır

 31 Aralık 1923 ASD, c.II, s.88.

Bizim dinimiz en akla uygun ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, bilime ve mantığa uyması gerekir. Bizim dinimiz, bunlara bütünüyle uygundur.

31 Ocak 1923 ASD, c.II, s.90.

İslam toplumunda hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde, varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini hükümlere uygun davranmış olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini aynı ağırlıkla öğrenmeye mecburuz. Her birey, dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.

31 Ocak 1923 ASD, c.II, s.90.

 

 

Atatürk Ve Din (7)

Evet bağlıyız, çünkü hilafet ve saltanat makamı, herhangi bir kişinin değildir. Doğrudan doğruya, bütün İslam âleminin görüşmeleriyle birlikte Türkiye halkındadır. O makam bizimdir. Muhafaza ettik ve sonuna kadar muhafaza edeceğiz (Alkışlar)

6 Mart 1922 11BMM Gizli Celse Zabıtları, c.III, s.40.

Yüksek Meclisinizin ilk toplantı günlerinde kabul ettiği bir esas vardır ki, o esas, milli geleneklerimizi ve dinî değerlerimizi bütünüyle korur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da, o esasa uyumlu hareket ederek, mutlu sona güven içinde ulaşacağımıza şüphe yoktur. (İnşallah sesleri.)

20 Temmuz 1922 ASD, c.V, s.24.

Yurt toprağını karış karış, kanını akıtarak ve canını vererek savaşan Mehmetçiğin hakkını ben evliyalara kaptırmam. Kimileri benim bu davranışıma, halkın inancını inciten yersiz bir davranış gözüyle bakmış olabilirler; ama ben hele yurdun savunmasında güvenilecek gücün evliyaların, yatırların “maneviyatı” olamıyacağını hatırlatmayı artık zorunlu bulmuştum.

Kadri Yaman, Yurt Müdaafasında Türk Gençliği, 1938, s.26-27’den aktaran Atatürkçülük, Ankara, 1983, c.I, s.213.

Milleti millet yapan, ilerleten ve yükselten kuvvetler vardır: Fikir kuvvetleri ve toplumsal kuvvetler… Fikirler, anlamsız, mantıksız safsatalarla dolu olursa, o fikirler hastalıklıdır. Yine toplumsal hayat, akıl ve mantıktan uzak, yararsız ve zararlı birtakım inançlar ve geleneklerle dolarsa felç olur.

 27 Ekim 1922 ASD, c.II, s.43.

Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur. Hiçbir mantıklı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inançların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi, çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede, kayıt ve şartları aşamayan milletler, hayatı, akla ve pratiğe göre gözlemleyemez. Hayat felsefesini geniş gören milletlerin egemenliği ve esareti altına girmeye mahkûmdur.

 27 Ekim 1922 ASD, c.II, s.44.

Tanrı birdir, büyüktür. Tanrısal âdetlerin görünmesine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde ele alınabilir. İlk devir, insanlığın aşk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın ergenlik ve olgunluk devridir.

İnsanlık, birinci devrede, tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından ve maddi araçlarla kendisiyle ilgilenilmesini bekler. Allah, kulları gereken olgunluk noktasına erişinceye kadar, içlerinden araçlarla dahi, kullarıyla ilgilenmeyi tanrı olmanın gereği saymıştır.

Onlara Hazret-i Adem Aleyhisselamdan itibaren yazılı ya da yazısız, sınırsız denecek kadar çok haberciler, peygamberler ve elçiler göndermiştir.

Fakat; Peygamberimiz aracılığıyla en sön dinî hakikatleri ve uygarlığı verdikten sonra, artık insanlıkla birtakım aracılar koyarak ilişki kurmayı gerekli görmemiştir. İnsanlığın kavrama düzeyi, aydınlanması ve gelişimi; her kulun, doğrudan doğruya ilahî esinlerle ilişki kurma yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur.

Ve bu nedenledir ki, Hz. Peygamber, son peygamber olmuştur ve kitabı, eksiksiz kitaptır. Son peygamber olan Muhammet Mustafa (Sallâllahü Aleyhi Vesellem) 1394 sene evvel rumî nisan içinde rebiulevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi sabaha doğru tanyeri ağarırken doğdu, gün doğmadan…. Bugün o gündür. İ

nşaallah büyük raslantıdır. (İnşaallah! sesleri) Gerçekten de Arabî tarihiyle bu akşam doğum gününün yıldönümüne rastlıyor. Hazreti Muhammet, çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı.

Yüzü nurlu, sözü ruhanî, ergin ve görüşte bedelsiz, sözünde sadık ve halîm ve mertlikte başkalarına üstün olan Muhammet Mustafa, evvela bu özel ve ayırtedici nitelikleriyle kabilesi içinde “Muhammed-ül emin” oldu.

Muhammet Mustafa, peygamber olmadan evvel kavminin sevgisine, saygısına, güvenine erişti. Ondan sonra ancak kırk yaşında nebilik ve kırk üç yaşında elçilik geldi. Dünyanın Övüncü Efendimiz sonsuz tehlikeler içinde, ölçüsüz sıkıntılar ve zahmetler karşısında 20 sene çalıştı ve İslam dinini kurmaya ait peygamberlik görevini yerine getirmeyi başardıktan sonra gökyüzünün ve cennetin en yüce katına ulaştı.

Kendisinden aydınlanmaya erişmiş olan bütün müslümanlar ve özellikle 39 Ashab-Güzin (sohpetiyle şereflenen seçkinler) birçok gözyaşları döktüler. Fakat insanlığın gereği olan bu üzüntülü durumun faydasız olduğunu derhal algılayan anlayışlı kimseler, Peygamberin arkasından ağlamak değil, ümmetin işlerini bir an evvel iyi bir biçimde yürütmeye ulaştıran cak tedbir almak kanaatiyle toplandılar.

Resulü Ekrem’e halife olacak bir emir seçimi söz konusu edileli. Zâtı Risaletpenahi, dostu olan Hazreti Ebubekir’den şahsen çok hoşlanırdı ve son nefeslerini yaşarken Ebubekir’in kendisine halef olmasının uygun olacağını çeşitli tarzlarda işaret dahi buyurmuşlardı.

Buna göre toplanıp resmen bir seçim yapmaktan başka bir iş kalmamış olduğuna hükmolunabilirdi. Oysa bu seçim keyfiyeti o kadar basit olmadı. Aksine mesele çok görüşmefere, çok tartışmalara ve çok esaslı anlaşmazlıklara uğradı.

Emilin seçiminde önemli olarak, üç çeşit görüş noktası belirdi. Bu görüşlerden birisi, halifelik makamını haketmek, ümmetin işlerini görebilmek için gerekli olan kudret ve yeterliğin kural kabul edilmesiydi. Buna göre halifelik makamı en kuvvetli ve en etkili ve en ergin kavmin olacaktı. Bu görüş peygamberin sohbetine erişen topluluğun idi. İkinci görüş; o güne kadar Islamın başarısına hizmet eden kavmin hilafete hak kazanmış sayılmasıydı.

Bu Ensann (Peygambere yardım eden Hazrec ve Evs kabilelerinden Medineliler) görüşüydü. Üçüncü fikir ise akrabalık kuvvetinden yanaydı. Bu da Haşimilerin görüşü idi. Bu üç görüşten oybirliğiyle birini tercih etmek ve emirin seçimini sonuca ulaştırmak mümkün olmadı.

En sonunda dağılma ve karışıklığın derhal önüne geçmek gerektiği kanısına varan Hazreti Ömer’in etkisiyle hazreti Ebubekir’e biat olundu. Görülüyor ki, ilk halifenin seçiminde genel eğilimin tabiî toplanışından çok kişisel etki, belirleyici olmuştur. Efendiler! Bu muhalefet ve tartışmaların yersiz olduğunu sanmayalım. Gerçekten de hilafet emri, İslam milletlerince en büyük bir iştir. Çünkü efendiler, peygamberin halifeliği, İslam ehli arasında bir bağlantı olan bir emirliktir. Ve İslam ehlinin birlik sözü üzere toplanmalarını sağlayan bir emirliktir.

Emirlik ise, Büyük Allah’ın bir sır ve hikmetidir ki, kurulması daima sindirme ve kuvvet şartına bağlıdır. Ve o nedenle asıl maksat da fesadı 40 defetmek ve asayişin korunması ve cihat işlerinin düzenlenmesi ile kamu işlerinin iyi düzenlenmesi ve düzeltilmesinden ibarettir. Bu dahi ancak sindirme ve kuvvete bağlıdır.

Allahın adeti bu yolda yürüyegelmiştir. Buna göre yukarda açıkladığım üç farklı görüşten birincinin -ki kuvveti ve etkisi olan kavmin, milletin halifeliğe varis olması görüşüydüdiğer görüşlere tercih edilmesi ve galip olması tabiidir ve Hazreti Ebubekir’in etkili olarak halifelik makamını işgal etmesi isabet oldu.

İşte bu suretle Peygamberin zamanından sonra halifelik unvanıyla bir İslam emirliği oluştu. Fakat Efendiler, Peygamberin vefatıyla derhal her tarafta dönme başladı, gericilik başladı, isyan başladı. Hazreti Ebubekir bunları bertaraf etti. Duruma hakim oldu. Bir taraftan da İslam emirliğinin sınırlarını genişletmeye yöneldi.

Ebubekir son demlerine yaklaşınca kendi seçilmesindeki zorlukları hatırladı ve Hazreti Ömer’i vasiyetname ile bizzat seçti ve millete takdim eyledi. Hazreti Ömer’in halifelik zamanında islam memleketi fevkalade denecek derecede hızla genişledi. Servet çoğaldı.

Oysa; bir milletin içinde servet ve zenginlik ortaya çıkması, insanlar arasında yapısal düşmanlık olaylarına ve bu da, ihtilal ve fitne doğmasına sebep olmak, bu fesad dünyasının hallerindendir. İşte bu nokta; Hazreti Ömer’in zihnini tırmalıyordu. Bir de Hazreti Ömer hatırlıyordu ki: Resulü Ekrem gizli sırlan olan kendisiyle sohpet şerefine ulaşanlara şunu demişti: “Ümmetim, düşmanlarını yenecek, Mekke, Yemen, Kudüs ve Şam’ı fethedecek, aralarında fitne ve ihtilal ve düşmanlıklar çıkarak geçmiş melikler mesleğine gireceklerdir.” Hazreti Ömer, bir gün Huzeyfe ibni Yeman (Radiyallahüanh) Hazretlerine deniz gibi çalkantı yaratacak fitneyi sorduğu zaman aldığı cevapta: “Senin için ondan zarar yok, senin zamanınla onun arasında kapalı bir kapı vardır” dedi.

Hazreti Ömer sordu: -Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı? Huzeyfe: “Kırılacak!” dedi. Hazreti Ömer: “Öyle ise artık kapanmaz” dedi. Ve üzüntüsünü açıkladı. Hakikaten kapı kırılmak kaçınılmazdı. Çünkü islam ülkeleri genişlemişti, iş çoğalmıştı. Bu emirlik biçimi ve idare tarzıyla her yerde gelişmiş bir adalet uygulanması zor olmuştu. Hazreti Ömer, bunu algılıyor ve sıkılıyor ve Allahı’na yalvararak diyordu ki:

Yarap! Ruhumu al! Ömer, bir gün ağlarken sebebi soruldu: “Nasıl ağlamayım ki, Fırat kenarında bir oğlak kaybo karşı karşıya gelmeğe mecbur oldu. Muaviye, Hazreti Ali (Keremallahüveçhe)nin hilâfetini tanımıyor ve aksine onu Osman’ın kanına girmekle suçluyordu. , Görevi, islâm dünyasında Kur’an hükümlerinin uygulanmasım sağlamaktan ibaret olan halife, mızraklarına Kur’an sayfaları geçirilmiş Erneviye ordusunun karşısında muharebeyi kesmeye mecbur oldu. Zorunlu olarak taraflar hakemlerinin vereceği karara uymaya söz verdi.

Muaviye’nin temsilcisi Amr İbnil As ile Hazreti Ali’nin temsilcisi Ebu Mus-el Eş’ari hakemlik anlaşmasını düzenlemek için karşı karşıya geldikleri zaman Hazreti Ali hazır bulunuyordu. (Müminlerin Emîri Ali ile Muaviye arasında hakem anlaşmasıdır) diye yazılan cümleye derhal Muaviye’nin temsilcisi itiraz etti ve dedi ki: (O Müminlerin Emîri kelimesini oradan kaldır. Sen yalnız emrinde bulananların Emîri olabilirsin!

Şam ahalisinin Emîri değilsin.) Hazreti Ali, isminin başındaki sıfatının kaldırılmasına olur verdi. Bundan sonra iki taraf temsilcisinin birbirine karşı kullandığı âdi hiyle, herkesçe bilinir. Bunda muvaffak olan Amr ibnil As, Muaviye’ye hilâfetini müjdeledi. Diğer taraftan Hazreti Ali de hakemlerin hükmüne sadık kalacağına söz verdiği halde biraz tereddütten sonra halifeliği yürütmeye devam etti.

Görülüyor ki, Resülullah’ın vefatından yirmi beş sene kadar az bir zaman sonra islâmiyet dünyası içinde, islâmın en büyük zevatından ikisi karşı karşıya hilafet iddiası ile arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta sakınca görmediler.

En nihayet, hiylesinde muvaffak olanı, sâf ve temiz olanını mağlûp ve çoluk çocuğunu mahvü perişan eyledi. Ve bu suretle hilâfet unvanı altındaki islâm emirliğini yine hilâfet unvanı altında islâm saltanatına dönüştürdü. Emevi sultanlığı, büyük istilâlar yapmakla beraber baştan sona kanlı ve acı olaylarla ancak doksan seneyi doldurabilmiş ve Hicretin 132. senesinde Arap milleti, Emevi sultanlarını başlarından atmış ve yerine başka hamda bir devlet kurmuştur. Bu devlete Abbasi Devleti ve devletin başında bulunan insanlara da halife derlerdi.

Faaliyet merkezi Irak’ta bulunan Abbasi Halifeliği’nin varlığına rağmen Endülüs’te dahi (Resulullah’ın Halifesi) ve (Müminlerin Emîrinin) unvanlarıyla asırlarca saltanat sürmüş hükümdarlar mevcuttu. 43 Sözlerime başlangıç olarak izah etmiştim ki, bundan (1500) sene evvel, yani Peygamberin Hicretinden iki buçuk asır evvel OrtaAsya’da muazzam bir Türkiye Devleti mevcuttu. îslamdan önce mevcut olan bu devletlerin sahibi Türkler, bundan (1000) sene evvel islâmı kabul ettiler.

Evvelâ şarka doğru ülkelerini genişleterek Çin hududuna kadar nüfuzlarını yürüttüler. Abbasi Halifeleri zamanında bu civanmert Türkler, asalet ve kahramanlıkla ün salan Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler.

Abbasi halifelerinin idaresi altında bulunan bu yerlerde nüfuz kazandılar. En yüksek idare ve emri kumanda makamlarına verdiler. Hicrî dördüncü yüzyılda idi ki, Selçuk Hükümeti namı altında muazzam bir Türk devleti teşekkül etti. Bu devletin namı altında faaliyet yürüten Türkler, bir taraftan Kafkasya’ya diğer taraftan güneye Iran ve Irak’a ve Suriye’ye ve batıya, Anadolu’ya nüfuz eyledi. Bağdat’ta oturan Abbasi halifeleri bu muazzam Türk devletinin nüfuz alanına girmişti. Gerçekten de bu Türk devleti beşinci asır ortasında Maveraünnehr ve Harezmi, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok ülkeleri zapt ile hududunu Kâşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz’e ve Kızıl Deniz’e ve Umman Denizi’ne kadar genişletti ve Bağdat’ta bulunan Abbasi halifelerini, irade ve idaresi altına aldı,

Bağdat’ta, aynı merkezde Melikşah ‘namında Türk hâkimiyetini temsil eden bir zatla halife namını taşıyan Muktedibillâh yan-yana oturdular ve akraba oldular. Bu durum ve bu manzarayı biraz tahlil etmek isterim: Türk Hakanı ki, muazzam bir Türk Devletinin hâkimiyet ve saltanatını1 temsil ediyor, yanında bir hilâfet makamının ayrıca korunmasında bir zarar görmüyor. Eğer böyle bir sakınca görseydi zaten idaresi altına aldığı makamı.ortadan kaldırmak ve o makama ait sıfat ve yetkiyi kendi makamında birleştirmek mümkündü. Hazreti Selim’in aşağı yukarı beş asır sonra Mısır’da yaptığını eğer isteseydi Melikşah, daha o zaman Bağdat’ta yapjnış olurdu.

Adı anılanın belki yalnız düşündüğü bir şey var idiyse, o da Türkiye Selçuk Devletine daha sadık ve hilafet makamına daha lâyık diğer birinin Hâlife Muktedibillâh’a hedef olmasını sağlamaktı. 44 Gerçekten de Muktedibillâh’ın veliahdı olan oğlunu azil ve onun yerine kendi torununu geçirmek için halifeye baskı yaptı.

Melikşah ölmeseydi bu, böyle olacaktı. Şimdi Efendiler, hilafet makamı saklı olarak onun yanında millî hakimiyet ve saltanat makamı ki, -Türkiye Büyük Millet Meclisi’direlbette yan-yana durur ve elbette Melikşah’ın makamı karşısında âciz ve hiç derecesinde bir makam sahibi olmaktan daha yüce bir tarzda bulunur; çünkü bugünkü Türkiye Devletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü bütün Türkiye halkı, bütün kuvvetiyle o hilafet makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdanî ve dinî bir görev olarak üstleniyor ve yükümleniyor.

Tarihin irdelenmesi silsilesi üzerinde birkaç adım daha beraber atalım: Bu adımlarımız bizi bugünkü idare şeklimizin ne kadar tabiî, ne kadar zaruri ve Türkiye için ve bütün islâm âlemi için ne kadar yararlı ve yerinde olduğu sonucuna ulaştıracaktır. Efendiler: Orta-Asya’da devlet üstüne devlet teşkil etmiş olan Türkler daha batıda îran Selçukileri ve Anadolu’da da Rum Selçukileri namı altında pek muazzam ve pek medenileşmiş devletler oluşturmuşlardır.

Konya’da hükümet merkezlerini kurmuş olan Rum Selçukileri bildiğiniz üzere (699) senesine kadar varlıklarını koruyorlar. Bilinen İslâm-Türk devlederi faaliyet yürütürken Cengiz Han namındaki cihangir Karakurum’dan çıkarak (559) senesinde hudutlarını Çin denizine, Baltık denizine, Karadeniz’e kadar genişletiyor.

Cengiz’in torunu Hülâgû idi, ki (656) Hicrî senesinde Bağdad’ı zaptederek Abbasî Halifesi Mutasımı idam ediyor bu suretle dünya yüzünde fiilen hilâfete son veriyor. Alemlerin fahrinin (Peygamber) ahrete göçmesinden sonra Resul’ün birinci halifesi Ebubekir, ne dünyayı istemiş, ne de dünya ona yönelmişti. İkinci Halife Hazreti Ömer, toplumdaki varlıkların durdurulamayacağı kanısını hayatında yakinen algılayarak ruhu ızdırap içinde vefat etti.

Hazreti Osman’a gelince: Kaçınılmaz olan üşüşme içinde kanını Allah’ın kitabına akıtarak dünyayı terk eyledi. Hazreti Ali, hilâfeti elinde tutamamak ve Resulün ehli beytinin hukukunu koruyamamak kötü bahtlılığıyla ağlaya ağlaya gitti. 45 Emeviler, doksan seneden fazla hilâfeti muhafaza edemediler. En nihayet hilafet nüfuzunu Bağdat surlarına kapatmaya mecbur olan Abbasi halifelerinin sonuncusu Mutasımı evlât ve ev halkıyla ve sekiz yüz bin kişi Bağdat ahalisiyle beraber Hülâgû’ya kurban verdiler. Abbasî Halifeleri’nin zaafını görmekle (Resulullah’ın halifesi) ve (müminlerin emîri) unvanlarını almış olan hilafet nüfuzları Elhamra sarayının kapısından çıkamamaya mahkûm kalan Endülüs’teki halifelerin de hicrî beşinci yüzyılın başındaki fecî sonu bilinir.

Bağdat’ta Hülâgû’nun yolaçtığı önemli olaylar sonucunda yeryüzü üzerinde halife ve hilâfet makamı yokedilmiş bir hale getiriliyor. Bundan üç sene sonra, yani (659) hicrî tarihinde idi ki, Abbasî halifeleri neslinden Elmustansırbillâh isminde bir zat Hülâgû’dan kurtulup Mısır Hükümetine sığındı ve bu zat Mısır Meliki tarafından halife tanındı. Bundan sonra on yedi zat halife unvanını taşıyarak ve fakat, hiçbir yetkisi, hiçbir etki ve nüfuzu olmayarak doğrudan doğruya Mısır Hükümetinin himayesinde birbirini küçümseyerek hayatlarını sürdürmüşlerdir. Selçukî Devletinin idaresinde genel dağılma olması üzerine Türkler, (699) hicrî tarihinde Selçuk Devleti yerine Osmanlı Devletini canlandırarak kurdular

. Bu devletin ulularından Yavuz Hazretleri (924) hicrî tarihinde Mısır’ı zapteylediği zaman orada idam eylediği Mısır hükümdarından başka, unvanı halife olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir âciz kimse tarafından kullanılması islâm âlemi için ayıp olduğuna şüphe etmediğinden o sıfatı Türkiye Devletinin kuvvetine dayandırarak canlandırmak ve yüceltmek üzere aldı.

Efendiler! Osmanlı Devleti ki, (699) da kurulmuştu, hilâfeti aldığı (924) tarihinden ancak elli sene sonrasına kadar cihan tarihinde yükseliş dönemi denilen ve birbiri ardına gelen ve büyük başarılarla dolu aşağı yukarı üç yüzyıllık bir dönem yaşadı… Ondan sonra Efendiler; düşüş başlıyor. Efendiler! Düşüş döneminin her safhası Türkiye Devletinin hudutlarını biraz daha darlaştırıyor, Türk milletinin maddi ve mânevi kuvvetlerini biraz daha fazla sınırlıyor, devletin istiklâlini darbeliyor, arazi servet, nüfus ve millet haysiyeti azamî bir süratle yıkılıp yok oluyor.

Nihayet Ali Osman’ın 36. ve sonuncu padişahı Vahdettin’in saltanat dönemindeTürk milleti, en derin esaret çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce seneden beri istiklâl kavramının asıl örneği olan Türk milleti bir tekme ile bu çukurun içine yuvarlanmak isteniyor… Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, bilinçsiz, idraksiz bir hain lâzımdı.

Nasıl ki, kanunen idamı lâzım gelenlerin bile ipini çekmek için insanın yüce vicdan ve kalbinden soyutlanmış bir yaratık aranır. İdam hükmünü verenlerin böyle âdi bir araca ihtiyaçları vardır. O kim olabilir? Türkiye devletinin istiklâline son veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, şerefini yok eden, Türkiye’nin idam kararını ayağa kalkarak ve bütün endamiyle kabul etmeye yatkın kim olabilir? (Vahdettin, Vahdettin! sesleri, gürültüler.) Ne acıdır ki, bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahdettin… (Allah kahretsin! sadaları.) Vahdettin, bu alçakça hareketiyle yalnız kendinin lâyık olduğu bir muameleyi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadı. Vahdettin, bu hareketiyle kendini öldürdü ve temsil eylediği idare şeklinin silinip gitmesini zorunlu kıldı. Fakat Efendiler; millet hiçbir vakit bu haince hareketin kurbanı olmağa razı olamazdı.

Çünkü millet, görenek gereği başında bulunanın hareketinin özünü kolaylıkla algılayacak yetenek erginliğinde idi. Millet, tarihin açıklığından, yüzyıllardan beri uğradığı felâketlerin sebeplerini bir anda ortadan kaldırabilecek duyarlılık ve uyanışta idi. Millet, şahısların saltanat hırsı, tahakküm hırsı, istila hırsından başlayarak, çıkar ve rahat sağlama ve sefahat ve rezaleti genişletme, savurganlık ve israf gibi hasis amaçlar için araç ve kuvvet olmak yüzünden kendi benliğini unutacak mertebede geçirdiği gafletlerin acı sonuçlarından derhal kurtulabilecek erginlik ve olgunlukta idi. Artık milletin en mâkul ve meşru ve en insani yetkisini kullanmak zamanı geldiğinde tereddüdü kalmamıştı.

Cihan tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti kuran ve bunların hepsini olaylarla tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet kurarak bütün felâketlerin karşısında yaratılıştan sahip olduğu yetenek ve kudretle mevki kazandı (şiddetli alkışlar.) Millet, geleceğini doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyeti 47 bir şahısta değil, bütün bireyleri tarafından seçilmiş vekillerinden oluşan yüce bir Mecliste temsil etti. İşte o Meclis, yüce Meclisinizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.

Ve bu hâkimiyet makamının hükümetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet heyeti yoktur ve olamaz. Kendine hilâfeti yakıştıran bu şahsî mevki harap olunca hilâfet makamı ne olacaktır? suali hatıra gelir. Efendiler! Abbasî halifeleri devrinde Bağdat’ta ve ondan sonra Mısır’da hilâfet makamının, yüzyıllar boyu saltanat makamiyle yan yana ve fakat ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün dahi saltanat ve hâkimiyet makamiyle hilâfet makamının yan yana bulunabilmesi en tabiî hallerdendir. Şu farkla ki, Bağdat’ta ve Mısır’da saltanat makamında bir şahıs oturuyordu. Türkiye’de o makamda asıl olan milletin kendisi oturuyor. Hilâfet makamında dahi Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi kudretsiz veya sığınmacı bir aciz şahıs değil, dayanağı Türkiye Devleti plan bir yüce şahıs oturacaktır.

Bu suretle bir taraftan Türkiye halkı çağdaş bir medenileşmiş devlet halinde her gün daha dayanıklı olacak, her gün daha mesut ve refah içinde olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, şahısların hıyaneti tehlikesine kendisini mâruz bulundurmayacak ve diğer taraftan hilâfet makamı da, bütün islâm âleminin ruh ve vicdanının ve imanının bağlantı noktası, islâm kalbinin ferahlamasına neden olabilecek bir değer ve yücelikte görünecektir. Efendiler! Türkiye Devletinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti kavramlarının millet ve memleketimiz için ne kadar kuvvet ve esenliğe ulaşma saadeti vâdettiğini açıklamaya lüzum göremem. Üç senelik fiilî tecrübeler ve bunun mesut semereleri yeterli fikir ve kanaat verebilir inancındayım. Bundan sonra hilâfet makamının dahi Türkiye Devleti için ve bütün islâm âlemi için ne kadar verimli olacağını da gelecek bütün açıklığıyla gösterecektir (İnşaallah sesleri). ‘ Türk ve Islam-Türkiye Devleti iki saadetin görünme ve belirmesine kaynak ve köken olmakla dünyanın en bahtiyar bir devleti olacaktır (İnşaallah sesleri). Bu sunuşlar ve açıklamama son vermek için yüce heyetinize şunu arzedeyim ki, bütün arkadaşlarımın söz konusu olan meselenin esasında tamamen birleşmiş ve ittifak etmiş olduğunu, büyük bir vicdan kanaatiyle ve fikrî muhakeme ile beraber olduğunu görüyorum. Bu hal milletimizin cidden teşekkürünü gerektiren bir haldir. Yüksek heyetinizin sonsuz takdir ve kutlamaları gerektiren bir hakkıdır. Deminden ayrıntılı bir önerge okunmuştu, şimdi okunan bir iki önerge daha var. Her üçünün içeriği, arzettiğim gibi esas noktalarda, birdir. Dolayısıyla, yapılacak şey bu üçünü daha belirgin ve daha güzel bir tarzda tesbit etmek ve yüksek heyetinizin kesin oyunu alarak bir an evvel ilân etmek ve bu sayede bütün düşmanlarımızın aleyhimizde aldığı tedbirlere engel olmaktır (şiddetli alkışlar).

1 Kasım 1922 ASD, c.I, s.2

Atatürk ve Din (6)

Nihayet 324’te tekrar Hürriyetin ilanını istedik, meşrutiyet istedik, millî hakimiyetimizin gerçekleşmesini istedik, Sultan Hamit derhal bu kitabı bize gösterdi: “Pekâlâ bu kitabı mı istiyorsunuz! Maksadınız bu kitap mıdır? Alınız verdim!” dedi. Millet ve onun vekilleri bu kitaba  dayanarak İstanbul’da toplandı. Çok geçmeden Efendiler, 31 Mart Vakası çıktı. Ben de 31 Mart Vakası’nda İstanbul’a giren Hareket Ordusunun yanında ve belki başında bulunanlardan biriyim. O zavallı millet vekillerinin Ayastafonos’ta, şurada burada felakete uğramış bir halde çırpındıklarını kendi gözümle görmüş bir adamım. Nihayet içeriye girdik. Birçok kanlar akıttık, birçok insanlar astık: “İlle dedik, bu kitabı tatbik edeceksiniz”. Derhal: “Pekâlâ tatbik edelim!” cevabını aldık. Ne oldu, Efendiler! Onu mütaakıp, Sultan Hamid’in indirilmesinden sonra Sultan Reşat tahta çıktı.

1 Aralık 1921 ASD, c.I, s.206-207.

Biz ve bütün İslam âlemi için yüce ve kutsal ve manevi bir bağlantı noktası olan Hilafet makamı bile, bütün İslam âlemiyle beraber bizim milletimiz tarafından belki daha kuvvetli, derin duygularla yüce ve kutsaldır. Ancak Efendiler! Bu yüksek makamın kutsallığını saygıyla kutsamış olmakla beraber bu makamda oturacak kişiyi, hiçbir zaman efendi yapmak söz konusu değilir; Muhammed’in parlak şeriatıyla uzlaştırmak mümkün değildir. (Seydülkavmi hadimihüm) buyurmuşlardır. Millete Efendilik yoktur. Hizmet vardır.

1 Aralık 1921 ASD, c.I, s.201.

Efendiler, Panislamizmi ben şöyle anlıyorum: Bizim milletimiz ve onu temsil eden Hükümetimiz, elbette dünya yüzünde var olan bütün dindaşlarımızın, mesut ve refah içinde olmasını isteriz. (…) Bütün İslamiyete mensup insanlığın, İslam âleminin refah ve mutluluğu, kendi refah ve mutluluğumuz gibi değerlidir!

Fakat Efendiler! Bu toplumun büyük bir imparatorluk, maddi bir imparatorluk halinde, bir noktadan idaresini düşünmek istiyorsak, bu bir hayaldir! Bilime, mantığa, fenne aykırı bir şeydir! Efendiler dikkat buyurunuz ve bir tarihî hakikat, bir fennî hakikat ve bilim olarak her zaman hatırda tutunuz ki, bir siyasî cismin, sınırını geçemeyeceği bir kuvvet hedefi vardır! Nasıl ki bir insanın iyi bir biçimde oluşumu için birtakım mantıklı tabiî yollar vardır. Eğer bu çizgide tabiata aykırılık olursa, eğer insanlığın oluşumunda, çizgiye tecavüz edilmesi söz konusu olursa, o zaman karşınızda ya sıfıra inmiş bir cüce ya da dev gibi bir şey görürsünüz! İnsanın oluşumu için böyle olduğu gibi, insanlardan oluşmuş toplumlarda da, bu kural sürecektir ve geçerlidir.

Afrikalar, Suriyeler, Iraklar, Makedonyalar, Bulgaristan, Sırbistan vb…

Bütün bu çevre, bu geniş çevre içinde; iklimi çeşitli ve orada yaşayan halkın kökeni çeşitli, her şey çeşitli olduktan sonra, bunların toplamını bir imparatorluk altında bulundurmak ve yaşatmak mümkün müydü?

Biz Panislamizm yapmadık. Belki “yapıyoruz, yapacağız” dedik. Düşmanlar da, “yaptırmamak için bir an önce öldürelim!” dediler. Panturanizm yapmadık! “Yaparız, yapıyoruz dedik, yapacağız dedik” ve yine “öldürelim” dediler.

Biz böyle, yapmadığımız ve yapamadığımız kavramlar üzerinde koşarak, düşmanlarımızın sayısını ve üzerimizdeki baskılarını çoğaltmaktansa, tabiî sınırlara, meşru sınırlara dönelim.

1 Aralık 1921 ASD, c.I, s.200-201.

Hoca efendi, memleket harp ediyor, bağımsızlığını ve varlığını kurtarmaya çalışıyor. Böyle önemli zamanlarda, Arap dili ile vakit geçirmek, bu gürbüz Türk çocuklarını cephelerden alıkoyarak, bu karanlık odalara tıkmak günahtır. Bir dil, bu türlü karanlık odalar içinde öğrenilemez. Dil öğrenmek daha çok bir ortam meselesidir. Akşehir, bir Anadolu, bir Türk kasabasıdır. Burada Arapça konuşan kimse yoktur. Onun için, burada öğrenmeye lüzum da yoktur. Çünkü bugün Arapça, artık bilim ve fen dili değildir. Bir memlekette Arapça bilen uzmanlar yetiştirmek, memleket ihtiyacı için yeterlidir. Eğer amaç böyle bir dil uzmanı yetiştirmekse iki tane genç, öğrenim için Mısır’a gönderilir. Cami-ül-ezher midir, nedir, orada birkaç sene öğrenim yaptırılır, ortam da Arapça olduğu için, bu gençler, Arap dilini bu şekilde kolayca ve daha düzenli olarak öğrenmiş olurlar. Memlekete, yabancı bir dil uzmanı olarak gelirler.

 1921 Aktaran: Asım Us, Gördüklerim, Duyduklarım, Duygularım, s. 98-99.

Efendiler, camilerin kutsal kürsüleri, halkın ruhanî, ahlakî gıdalarına, en yüce, en verimli kaynaklardır. Dolayısıyla, camilerin ve mescitlerin kürsülerinden, halkı aydınlatacak, ona yol gösterecek kıymetli hutbelerin içeriğine, halkça öğrenme imkânını sağlamak, en önemli görüştür (Şiddetli alkışlar, bravo sesleri). Kürsülerden halkın anlayabileceği bir dille ruhuna ve beynine seslenildiğinde, İslam topluluğunun vücudu canlanır, beyni temizlenir, inancı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur. Fakat buna göre, hutbe okuma şerefine erenlerin sahip olmaları gereken bilimsel nitelikler, değerli özellikler ve dünyanın durumunu anlamaları çok önem taşımaktadır.

 1 Mart 1922 ASD, c.I, s.231-232.

Efendiler; İstanbul/ Cenabı Peygamber’in bizzat ilgi gösterdiği, Ebaeyyubülensarî Halit Hazretlerinin, on dört yüzyıldan beri şehit olarak gömüldüğü yeri, manevi idaresi altında tuttuğu bir şehirdir. Beş yüzyıl süreyle Türkiye’nin hükümet merkebi olmuş bir şehirdir (yine olacaktır sesleri). Milletimiz, gönülleri fetheden bu şehirde, beş yüzyıl hilafetin yüce katını korumaktadır.

 1 Mart 1922 ASD, c.I, s.237.

 

Atatürk Ve Din (5)

Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi bulunan yüce Meclis’in, yurt ve ulusun bağımsızlığını, yaşamasını güven altında bulundur maya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla halife ve padişahla bu denli çok ilgilenilmesi sakıncalıdır. Şimdilik bunlardan hiç söz etmemek yüksek çıkarlar gereğidir. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha olan bağlılığı bir daha söyleyip belirtmekse bu kişi haindir. Düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmakta kullandıkları araçtır.

Buna “halife ye padişah” deyince, ulus, onun buyruklarına uyarak düşmanların isteklerini yerine getirmek zorunda kalır. Hain ya da makamının gücünü ve yetkisini kullanması yasak edilmiş olan kişi aslında padişah ve halife olamaz. “Öyle ise, onu indirip yerine hemen başkasını seçeriz” demek istiyorsanız, buna da bugünkü durum ve koşullar elverişli değildir. Çünkü padişahlıktan ve halifelikten çıkarılması gereken kişi, ulusun içinde değil, düşmanların elindedir. Onu yok sayarak başka birini tanımak düşünülüyorsa, o zaman bugünkü halife ve padişah haklarından vazgeçmeyerek İstanbul’daki hükümetiyle bugün olduğu gibi, makamını koruyup çalışmalarını sürdürebileceğine göre, ulus ve yüce Meclis, asıl amacını unutup halifeler sorunu ile mi uğraşacak? Ali ile Muaviye çağını mı yaşayacağız? Kısacası bu sorun geniş, ince ve önemlidir.

Çözümü, bugünün işlerinden değildir. Sorunu kökünden çözmeye girişecek olursak bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir. Bugün koyacağımız yasa ilkeleri varlığımızı ve bağımsızlığımızı kurtaracak olan Millet Meclisi’ni ve ulusal hükümeti güçlendirecek anlam ve yetkiyi yükümlenmeli ve dile getirmelidir!

25 Eylül 1920 Nutuk-Söylev, c.II, s.759. Bu konuşmanın TBMM tutanaklarında yer alan ilgili bölümü için bir önceki alıntıya bakınız. Atatürk, TBMM gizli oturumunda yaptığı bu konuşmasını, 1927 yılı 15-20 Ekim günleri arasında okuduğu Büyük Nutuk’ta özetlemiş. Nutuk’ta tırnak içinde alıntı olarak aktarılmakla birlikte, bu alıntı tutanaklarda aynen yer almıyor.

Bir ilke olarak Hilafet makamını ve saltanatı kabul ediyoruz.  Bunu kabul ettikten sonra Efendiler, kutsal şeriatın ye tabiatın bir gereği olarak ona, birtakım hukuk ve yetki vereceğiz. Fakat istiyor musunuz? Bunları bugün konuşmaya karar verelim (hayır sesleri). Bugün konuştuğumuz, ona vermeyeceğimiz şeylerdir. Burada vermemek istediğimiz şeyleri söz konusu ediyoruz. Vereceğimiz ve vermek istediğimiz şeylerden söz etmenin zamanı değildir.

 20 Ocak 1921 ASD, c.I, s. 157.

İngilizler esaret altında bulundurdukları İslam âlemine karşı, daima, baskısını kolayca sürdürebilmek için, kıymetli bir alete, bir araca muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçlarını zaman zaman açığa vurmuşlardır. İngilizlerin gözünde bu değerli araç, hilafet makamına oturtacakları kişidir.

 29 Ocak 1921 ASD, c.V, s.17.

İslam âlemi pek içten ve vicdani bağlarla hilafet ve saltanat makamına bağlıdırlar. Bu İslamın bütününün bağlılığı sarsılmazdır. Fakat bu hakikî bağlılık ve bu kesin bağlılık, hilafet ve saltanat makamına çıkan kişiden bir şey ister. O da, bugüne kadar İstanbul’daki kişinin göstermemiş olduğu eylemler ve davranıştır. Oysa göstermiş olmasından dolayı, o hilafet ve saltanat makamına bağlı olan bütün İslam âlemi, yine o hilafet ve saltanat makamının dokunulmazlığını sağlamak için, buna gücü olan ve buna kefil olan Türkiye devletiyle aynı görüştedir. (…) Özetle bu sorun, milletin, istediği dakikada çözebileceği bir sorundur. Çözümünde zorluk olmayabilir. Fakat bugünden söz konusu edilmesine bendenizce gerek yoktur (Çok doğru sesleri).

 29 Ocak 1921 ASD, c.V, s.l8-19.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin kararlılığına ve inancına dayanarak, İstanbul’u düşman tehdidinden ve işgalinden kurtararak, vatanın asıl küüesine katmak ve hilafet ve saltanat makamının özgürlüğünü geri vermeye yönelik görevini yerine getirmek için çalışacaktır.

6 Şubat 1921 ASD, c.III, s.21.

Bu savaş yılları içinde bile dikkatle hazırlanması gereken millî eğitim programları geliştirmeliyiz. Bütün eğitim sistemimizin verimli olarak çalışacağı temelleri hazırlamalıyız. Benim inancıma göre milletimizin geri kalışında geleneksel eğitim yöntemleri en büyük etken olmuştur. Millî eğitimden söz ettiğim zaman bütün geleneksel inançlardan, Doğu’dan ya da Batı’dan gelen bütün yabancı etkilerden arınmış, millî niteliğimize uyan eğitimi anlıyorum.

Haziran 1921 Aktaran: Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Doğu-BaU Yayınlan, İstanbul, 1979, s.524.

Biz Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü kurtarmaya çalışıyoruz. Allah’ın yardımı ve Türk milletinin yenilmez kuvveti sayesinde gayemize ulaşacağız.

Ağustos 1921 ASD, c.III, s.28

Birliğimiz Panislamizme yönelik değildir; mazlumların zalimlere karşı birliğidir ve bunun başarıya ulaşacağından eminim. Türkiye, emperyalizme karşı mücadelesiyle iyi örnek olmuş ise, bundan pek büyük bir bahtiyarlık duyacağım. Bu geceye neden olan Sefir Hazretlerine teşekkürlerimi arzederim.

 14 Kasım 1921 Azerbaycan Elçisi Abilof onuruna düzenlenen şölendeki konuşması, Hakimiyeti Milliye, 15 Kasım 1921’den aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün ” Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s. 139.

Ancak Efendiler! Yüce Meclisiniz böyle bir karar almadan çok evvel, başka bir karar almıştır. Onu bazı nedenlerle ve özellikle tutanak kâtibi bey, kendileri irade ve ifade buyurdular ki: “Hilafet ve saltanat makamını işgal eden kişiler, her türiü şiddet ve zordan kurtulmuş olarak, milletin gönlünde kendini gördüğü gün, yalnız ve ancak yüce heyetinizin bildireceği esaslar çerçevesinde meşruluk şartını kazanacaktır” ifadesinden ibarettir.

1 Aralık 1921 ASD, c.I, s. 197-198.

Atatürk Ve Din (4)

Hilâfet ve saltanatın korunması zaten birinci esasımızdır. Hakikaten düşündüğümüz gerçek kurtuluşa ulaşmak için, arzettiğim veçhile hilafet ve saltanat makamına bağlılığımız ve o makamın gerekli bütün şartlarının korunması birinci esasımızdır.

Bü islâm dünyasının dayanağı olan gerçek bağını oluşturmaya birinci derecede yardımcı olan bu makamı ihmal etmek hiçbir vakitte akıl kârı değildir. Ve bunu bizden zorla almak mümkün değildir.

Gayeye ulaşmak için şiddetle ihtiyâç duyduğumuz kuvvetler birinci derece islâm dünyasıdır. Bu islâm dünyasının ikide bir de Yüce Meclisinizin hilâfet ve saltanat, halife ve sultan meselesiyle uğraşmasında sakıncalar vardır.

Bu sakıncaları şimdiye kadar fıiliyatiyle gördük. Bunu bizden zorla almak isterlerse her türlü mücadeleyi yaparız. İkide bir de Yüce Meclisinizin (bu mesele üzerinde müzakere ve münakaşa açması caiz değildir kanaatindeyim. Bugün bu makamı işgal eden zat) bu millet ve memleket için hain bir adamdır.

(Alkışlar) Müsaade buyurunuz beyim. Hain bir adamdır. (Alkışlar, bravo sadaları) Yüce Meclisinizde şimdiye kadar pek büyük ve cidden tarihi cüretler gördük. Ne acıdır ki, şimdi hilafet ve saltanat makamını işgal eden zat bu millet için hain bir adamdır. İspat ettiniz ve bu milletin bütün mukadderatına bütün manasiyle elkoymuş olduğunuzu ispat ettiniz. Bunun sayesinde bize bütün dünya, bütün düşmanlarımız önem vermektedirler. Bu Meclis cidden tarihi hizmet ve cesaretler göstermiştir.

Bunu göstererek bir milletin varlığını açıkladınız. Dünyada büyük devrim yapan ve büyük kuvveti olan devletlerle, özellikle bugün fevkalâde elverişli şartlarla temas ve bağlantı oluşturulmuştur. (…) Halife ve sultan hakkında çok söz söyleniyor.

Arzeylediğim üzere bütün kudreti algılamış ve hızla yürümek lüzumuna razı olmuşlardır. Şimdi durum böyle iken bü yönde devam etmek menfaatimizin gereğidir. Çünkü halife ve padişah sıfatını takınmış olan kimsenin bu milleti yanıltmak, saptırmak için bizzat uğraştığı birtakım saptırıcı teşkilatlar vardır. Bu teşkilât o saptırmaya kendisinde cüret gören bir adam geçersizdir ve geçersiz olacaktır.

Bizi reddetmek akıl kârı değildir. Bönlüktür. Oysa gerçek durum böyle değildir. Bu millet her şey yapar, kendi geleceğini korumak için ve bunun üstünde ona da hürmet ve riayet eder. Onun da meşru ve saklı haklarını tanır.

Onun meşru hakları bu milleti yoketmek ve çöküşe düşürmek değildir. Cüret ve cesaret gördüğüm şununla anlaşılıyor. Bu milletin zihniyetinde; mutlaka padişah ve halife olan zatın emrine kayıtsız şartsız ve düşünmeksizin itaat etmek mecburiyetinde bulunduğundan dolayı bunu avucumuzda tutalım ve istediğimiz şeyleri kendimiz emrettirelim.

Fakat biz bu iş ile oynamazsak düşmanlarımızda görürler ki, İngilizler ve ingilizlerle beraber çalışan düşmanlarımızın bütün ümitleri mahvolacaktır. Bundan dolayı bizim için zaaf eseri olacaktır. Zaten beyanname tarzında bazı kabul edilmiş esaslarla bu maksadımızın sağlanması için belirtilenin korunması ve bütün dünyaya ilân ve hattâ bütün yeminlerimize ilâve olunmuştur.Mustafa Kemal Paşa Hazretleri (Devamla): Müsaade buyurur musunuz?

Bu meseleye temas edersek bu mesele bu kadar ifade ve tamamlanmış bir konu değildir. Bu mesele, geniş, nazik ve “önemli meseledir. Bugün fiilen uygulamak üzere yaptığımız birtakım kanun maddeleri vardır. Bunlara buna benzer bir ifadeyi koyunca bize sorarlar, (halifeniz nerededir? Halifeniz esir midir? Nerededir) halife ve padişahınız?

Ne cevap vereceksiniz?.. Esir mi diyeceğiz? işte ulu âlimlerimiz ve faziletlilerimiz vardır. Esir olan adam padişah olamaz. Biz öteden beri diyoruz ki, halife ve padişahımızın şerî kuvvet ve kudretini kul28 lanması yasaktır, hainane hareket ediyor. Dolayısıyla bu mesele ile uğraşmak geçerli değildir. Nerde bizim halife ve padişahımız deriz ve bjjuün ya onu tanımak lâzım veyahut onun yerine derhal birisini geçirmek lâzım gelir, buyurursunuz.

Dolayısıyla bu işi böyle bulanık yapmak halife ve padişah nerede, hilafet ve saltanat makamı nerededir, esirdir, yahut kudret ve kuvvetini kullanamaz dersek kaldırırız. İçinden çıkamayız. Sonra ufak bir madde ile içinden çıkamayız. Bağlantısı nedir, hukuku nedir? Onlar için kanun yapmak lâzım gelir.

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri (Devamla): Yani biz kabul ediyor ve herkese de ispat ediyoruz ki hilafet ve saltanat makamını biz de hiçbir vakit başımızın üzerinden atamayız ve Yüce Meclisinizin ilk veya ikinci oturumunda zaten resmen ve kesin olarak bu söz ye görüşme konusu yapılacak. Gelecekte ise beyannamede de zaten hilafet ve saltanat makamına karşı olan durumumuz resmen ifade edilmiş bulunur. Buyurduğunuz sakınca düşmanlara cevap verebilir zannındayım. Fakat meselenin esasından çözümüne girişilecek olursa içerisinden çıkamayız, hem de düşmanlarımıza tereddüt ve şüphe aşılarız.

Dolayısıyla söz konusu edilmemesi daha iyidir.

Kaynak:

25 Eylül 1920 Kâzım Öztürk, Atatürk’ün TBMM Açık ve Gidi Oturumlarındaki Konuşmaları, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara 1981, s.296-300. Atatürk, gizli oturumda yaptığı bu konuşmasını, 1927 yılı 15-20 Ekim günleri arasında okuduğu Büyük Nutuk’a da almıştır. Nutuk’ta tırnak içinde alıntı olarak aktarılmakla birlikte, özet yapıldığı anlaşılıyor. Bundan sonraki alıntıya bakınız.

 

Atatürk Ve Din (3)

İslam çetelerinin teşekkülünde ise hiçbir vakit siyasi bir mahiyet ortaya çıkmamışür. Mütarekeden sonra Devletçe iki defa ilan edilmiş olan affa birçok İslam asker firarisi ve bir kısım İslam eşkiyası dahil olduğu sırada Rum eşkıyasından 20 kadar ismi bilinen kişiler aman dilemişlerdir. (1)

Bütün İslam dünyasının iki gözbebeği olan Türk ve Arap milletlerinin ayrılık yüzünden ayrı ayrı zaafa düşmesi, Muhammet ümmeti içirı şanlı bir halde elele vererek Muhammet ümmetinin hürriyet ve istiklallyeti uğrunda mücahede eylemek, bizler için farz-ı ayındır. Unsurların saflığını ve geleneklerini koruma ile Hilafetin kutsal makamı etrafında toplanarak kâfirlerin esaretinden yakayı kurtarmaya yönelen mücehadatınızda asil zatınızla beraber olduğumu arzederim. (2)

Yüce saltanat makamı ve hilafetin ve yüce milletlerinin hayatımın son noktasına kadar her zaman koruyucu ve sadık bir bireyi gibi kalacağımı, en yüksek bir bağlılıkla arz eder ve söz veririm. (3)

En son olarak niyazım şudur ki, istekleri gerçekleştiren Allah Hazretleri, sevgili bağışlayıcıya saygıyla, bu kutsal vatanın sahibi ve savunucusu ve Ahmediye’nin yüce buyruğuyla kıyamet gününe kadar sadık bekçisi olan temiz milletimizi ve saltanat makamı ve yüce hilafeti korumak ve kutşalatımızı düşünmekle yükümlü olan heyetimizi başarılı kılsın!.. Amin. (4)

Bu birleştirici kurtuluş toplantımız sona ererken, istekleri gerçekleştiren Allah Hazretlerinden doğru yolu göstermesini ve şanlı Peygamberimizin, ruhunun bütün üstünlüklerinden, bereketinden bağışlaması, dileğiyle, vatan ve milletimize ve sonsuz devletimize mutlu gelecekler dilerim. (5)

Saltanatın başkenti ve hilafet merkezinin, hükümdar saraylarina kadar boğucu bir biçimde işgal edilmesiyle, devletin can evinde yabancı tekeli ve baskısı kuruldu ve bütün bu haklarımızı yok eden girişimlere karşı merkezi hükümet, ihtimal ki tarihte eşi görülmemiş bir biçimde tahammül etti ve daima zayıf ve âciz bir konumda kaldı. İşte bu durum milletimizi şiddetli bir uyanışa yöneltti. (6)

Harbiye Nazın Cemal Paşa Hazretlerine: Bütün anlamıyla saltanatın başkenti ve hilafetimiz, şu anda kuşatmada olup egemenliğimiz burada manen, fiilen geçerli değildir. (7)

Mukaddesatını kurtarma gayesiyle çırpınan bütün millet, işbu kararlılık ve mücadele yolunda her türlü güçlükleri, ne olursa olsun ve kesin olarak kırıp süpürecektir. (8)

Saltanat makamı aynı zamanda hilafet makamı olduğu için, padişahımız, islam topluluğunun da başkanıdır. Mücadelemizin birinci gayesi ise saltanat ve hilafet makamlarının ayrılmasını amaçlayan düşmanlarımıza, milli iradenin buna uygun olmadığını göstermek ve, bu kutsal makamları, yabancıların esaretinden kurtararak, padişahın yetkisini, düşmanın tehdit ve zorundan serbest kılmaktır. (9)

Yabancıların en çok korktukları, olağanüstü ürktükleri İslamiyet siyasetinin açıkça ifadesinden mümkün olduğu kadar kaçınmaya kendimizi zorunlu gördük. Fakat maddi ve manevi kuvvetler karşısında, bütün dünya ve Hıristiyan siyasetinin en şiddetli (hırslarla)* Haçlılar Savaşı yapmasına karşı, sınır dışında bize arka çıkacak, bir dayanak noktası oluşturacak kuvvetleri düşünmek zorunluluğu da pek tabii idi. İşte dışarıda ifade etmemekle beraber hakikatte bu dayanak noktasını aramaktan geri durmadık. Elbette esenlik ve kurtuluş için (başvurduğumuz biricik kaynak),* İslam âleminin kuvvetleri olmuştu. (10)

Kaynaklar:

1-21 Mayıs 1919 ‘ Belgelerle Türk Tarihi, sayı. 14, Kasım 1968, s.6-7’den aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, İstanbul, Şubat 1997, s.319.

2-16 Haziran 1919 Irak Şeyhülmeşayihi Uceymi Paşa Hazretlerine, Aktaran: Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. Basım, istanbul, Şubat 1997, s.324.

3-Kulları Mustafa Kemal 8-9 Temmuz 1919 Hükümdar Hazretlerinin Saray Dairesi Yüksek Başkâtipliği Aracılığıyla Padişah Hazretinin Katına telgraf, ASD,* c.I, s.29.

4-23 Temmuz 1919 “Erzurum Kpngresi’ni Açarken”, ASD, c.I, s.7. * Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayım. Bundan sonra “ASD” olarak belirtilecektir. (Y.N.)

5- 7 Ağustos 1919 “Erzurum Kongresi’ni Kaparken”, ASD, c.I, s.7.

6-4 Eylül 1919 “Sivas Kongresi’ni Açarken”, ASD, c.I, s.8.

7-29 Ekim 1919 Sivas, ASD, c.I, s.45.

8-1919 Nutuk, c.III, s.930.

9-24 Nisan 1920 ASD, c.I, s.62.

10-24 Nisan 1920 TBMM Gizli Celse Zabıtları, c.I, s.2.

Atatürk Ve Din (2)

İşte şimdi sizlere hiçbir yorum eklemeden arşivlerden derlediğim ve araştırma yaptığım belgeler;

İlk olarak, 1909 ile 1919 (Kurtuluş Savaşı öncesi), biliyorsunuz 31 mart olaylarını. 19 Nisan 1909 Hareket Ordusu Komutanı H. Hüsnü Paşa’mn imzasıyla yayımlanan bu ilk ekleyeceğim beyanname, Kurmay Başkanı Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmıştır. Bu metin;

  1. Millet, kendisini senelerden beri zulümle idare eden müstebit idareyi parçaladı ve meşru Meşrutiyeti kurdu. Bu kansız ve mutlu devrimden zarar görmüş olan menfaat düşkünü eski idareciler, eski hale dönebilmek, için bin türlü hile, desise ve alçaklığa başvurarak Meşrutiyet hükümetimize yaralar açmak istedi, İstanbul faciasına sebep olarak kan döktü.
  2. Millet, yaşamının ve geleceğinin tek garantisi olan meşrutiyetin parçalanarak şer’i kanunların, toplumun kurtuluşu ve saadetinin temeli olan Kanunu Esasimizin (Anayasa) ayaklar altına alınmak istendiğini gördü. Bu alçakça durumun yaratılmasına sebep olanlara hak ettikleri cezayı vermek için İstanbul üzerine yürümeye karar verdi, ilk yapıcı kuvvet olmak üzere işte bizi İstanbul surları karşısında gördüğünüz bu Hareket Ordusu’nu buraya gönderdi.
  3. Hareket Ordusu’nun maksat ve görevi, meşru Meşrutiyet hükümetimizi hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette kuvvetlendirmek ve sırf şeriat kuvvetleri ile perçinlenen Kanunu Esasinin (Anayasa) üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat eylemek ve meşru Meşrutiyetimizin devamından memnun olmayan vatan ve millet hainlerine kesin surette bir ibret dersi vermektir.
  4. Zulüm görmüş ahali ve tarafsız askerler tamamiyle himaye edilecektir. Ancak tahrikçiler ve fesatçılar mutlaka layık oldukları karnini koğuşturmadan kurtulamayacaklardır.
  5. Faziletli din ilmi heyeti başımızın taçıdır. Fakat şahsi çıkarları ve adi menfaatleri için yalandan alim kılığına bürünen birtakım hafiyeler ve çıkarcılar elbette kanun pençesinden kurtulamayacaklardır.
  6. Muhterem millet mebuslarının ve onların güvenine sahip vekiller heyetinin hayatları’ve Kanuni Esasinin kendilerine sağladığı hukuk ve yetkileri tamamiyle sağlanacak ve sükûn ve genel sevinç temin olunacaktır.
  7. Vatanın milli selamet ve saadetinin gerektirdiği bu askeri icraat esnasında yardım, dahili inzibat ve sükûneti ve cümle ahalinin can ve mal emniyeti için her türlü tedbir alınmış bulunmaktadır.
  8. Muhterem elçiler ve tüm yabancı misafirlerin huzurlarının bozulmalarına meydan verilmeyecektir.
  9. İstanbul’un feci olayında kanlan dökülen şehitlerin ruhları karşısında hesap vemeye, korku ve dehşete kapılmaya mahkûm olanlar ancak bu kanlı facianın failleri ve teşvikçileridir. Bu hakikati herkes bilmeli, telaş ve heyecana kapılmayıp müsterih olmalıdır. (1)

 31 Mart Vakası Üzerine İstaubul Kara ve Deniz Kuvvetlerine bir beyanname ekleyeceğim. Bu Beyanname;

33 yıllık uzun ve uğursuz bir istibdat devrinden sonra bütün Osmanlı milletinin galeyana gelen hakimiyetiyle kurtarılmış bulunan meşru meşrutiyetimizi yine istibdadın cellat ellerine bırakmak gibi lanetli bir maksat güden bin türlü hile ve fesatlara başvurup nihayet görünürde güya şeriat istiyormuş gibi, hakikatte ise dinimize tamamen aykırı olarak kanlı bir askeri ihtilal çıkarılmasına sebep olmuş bulunan lanetli ve vicdansız istibdat taraftarları, ile birtakım alçak çıkarcıların iblisçe telkinlerine kapılışı ve payitahtın Millet Meclisi mebuslarının al kanlara boyanmasına ve milletin temiz alnına silinmesi zor bir siyah leke sürülmesine sebep olmuş bulunan Hassa Ordusu efradiyle Bahriye ve Tophane efradının vaki hareketi 600 senelik lekesiz bir namus ve itaat taşımakta olan mukaddes

Osmanlı Ordusunu pek büyük bir utanca düşürmüş ve bu lekenin harikulâde bir hızla temizlenmesi için Ayastefanos (Yeşilköy) ve Küçükçekmece’ye gelmiş olan İkinci ve Üçüncü ordulardan ayrılan bir düzenli Osmanlı kuvvetine dayanarak Allah’ın yardımı ile Kanuni Esasi’nin bundan sonra her türlü tecavüz ve halden korunması payitahta asayiş ve emniyetin iadesi için gerekli etkili tedbirler alınması ve Mart’ın 31. gününü Osmanlı milletinin en uğursuz günü haline getirmeye sebep olan hafiyelerle alçak tabiatlı çıkarcıların layık oldukları cezanın tayini maksadıyla girişecekleri her türlü icraatta serbestliği muhafaza edebilmek ve bu sayede Osmanlı ordusunun namusunu koruyabilmek için İstanbul’da bulunan kara ve deniz silah arkadaşlarından aşağıdaki hususları talep eder.

Evvela: Mart’ın 31. gününden evvel İstanbul’daki kara ve deniz kıtaları ve gemilere memur olan yüksek rütbeli subayların tekrar kıtalarına iade olunmalarına katiyen engel olunmayarak bunların bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat göstereceklerine ve siyasi işlere bundan sonra hiçbir suretle müdahale etmeyerek yalnız mukaddes askeri vazifeleriyle meşgul olacaklarına dair Şeyhülislam ve Fetva Emini ve Ders Vekili efendiler hazretleriyle kendi kumandanları huzurunda ve Kur’an üzerine ellerini basmış oldukları halde bir gün içinde genel olarak İstanbul’da bulunan efrat ve küçük zabitler yemin edeceklerdir.

İkinci olarak: “Şeriat isteyiniz” diye kandırarak vatanı tehlikeye düşürmüş olan alçakların cezalandırılması için ordunuzca alınacak inzibat tedbirlerine katiyen müdahale etmeyerek ve ordumuz efradına hatta yan gözle bile bakmayarak onları kendi kardeşleri gibi bilecekler ve kendilerini kandırmış olan hafiyelerle alçakları kendi zabitlerine ihbar eyleyeceklerdir. (2)

“Bu iki talebimiz İstanbul’da bulunan kara ve deniz tüm silah arkadaşlarımız tarafından iyi surette kabul olunarak tam bir itaat ve ciddiyet gösterdikleri takdirde icraatımız sırasında kendilerine kesinlikle ilişilmeyeceği hususlarının efrada anlayacakları dille ihtar olunması ve itaat derecelerinin acele tarafından bildirilmesi rica olunur.”

 “Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen yahudilerin bu tazyik ve esaretten kurtulmaktan ibaret olan meyillerinin belirmesinin uygulayıcısı oldu. İsa; zamanının sonsuz sefaletlerini idrak ve toplumun acılar çektiği devirde âlemde gerçekleşmeye başlamış olan şefkatin gereğini din halinde tercüme ve bildirmek yolunu bildi.” (3)

Atatürk, 2 Aralık 1916 Cuma günü notlarında ise şu kitabı okuduğunu kaydediyor: Tarih-i Islamın Birinci Zeyli: “Allah’ı inkâr mümkün müdür?”

3 Aralık 1916 (20 Kasım 1916 Pazar)’da ise yine aynı kitabı okuyor ve bitirdiğini kaydederek şu notları yazıyor:

“Bütün feylesofların, türlü dinlere mensup olanların hepsi, ruhun var olduğunu ve olmadığını, ruhun ve cismin bir veya ayrı olup olmadığını, ruhun yaşayıp yaşamadığını inceliyor.”

“Bunda, bilim ve fenne dayananlar olumlu. îmam Gazali, İbn-i Sina, îbn-i Rüşd gibi Ìslam bilginlerinin beyanları, bayağı anlayıştan büsbütün başkadır; yalnız ifadelerinde çok rumuz var. Dindar düşünürler, kuralları, bilim ve fenni,1 felsefeyi, anlayışları, şeriatı yorumlamak için evirip çevirmeye gayret etmişler.” (4)

Biz, bireysel kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size, Bombasırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında uzaklık sekiz metre, yani ölüm kesin Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına toptan düşüyor; ikincidekiler, onların yerine gidiyor. Fakat imrenilecek ölçüde bir ılımlılık ve razı oluşla biliyor musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir zaaf bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okuma bilenler, ellerinde Kuranı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler, kelimei şehadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh gücünü gösteren, şaşılacak derecede ve kutlanacak bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.(5)

Kaynaklar:

1-Kurmay Başkanı Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmıştır. Bkz. Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlanları. Basım, istanbul, Şubat 1997, s.271-272.

2-19 Nisan 1909 Atatürk Ansiklopedisi, May Yayınlan, c.I, s. 141- 143 ve Ali Cevat, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve  Otuzbir Mart Hadisesi, Ankara, 1960, s.137- 141’den aktaran Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev Demeç Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınlan, 2. basım, Şubat 1997, s.272-274.

3-1914 Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri, Ankara, 1959, s. 14.

4-2-3 Aralık 1916 Afetinan, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Ankara, 1983, Türk Tarih Kurumu Ya- ‘ yını,s.23.

5-1918 Atatürk’ün Anafartalar Muharebelerine Ait Hatıraları, Ankara, 1934, TTK Yayını, s. 16

 

 

Atatürk Ve Din (1)

Bu yazıya birçok noktada tepki alacağımı bile bile yazıyorum. Amacım, tarihi doğru okuyup ona göre doğru analizler yapmaktır. Baştan belirteyim ben ister Atatürk olsun, ister başka bir insan olsun, onun inancına karışmak ve inanç ya da inançsızlığı ile ilgilenmediğimi ve asıl amacımın, tarih okumadan Atatürk’ü yorumlayan, hem ateist hem de dinci yobazlar tarafından geliştirilen sistematik, Atatürk sömürücülüğünü hedef almakta olduğunu düşünüyorum.

Osmanlı tarihini dikkatlice okuduğumuzda, dinin Osmanlı da iyi veya kötü her türlü din adına kararlar verip, insanları cehalet içinde bırakıp, kendi saltanatlarını sağlama alıp, onları istedikleri gibi eğip bükmelerinden dolayı özellikle bilim ve fenden çok, din ya da uydurdukları fetva tabanlı uyduruk din ile insanların büyük bir kısmını kontrol etmişlerdir.

İsterseniz, biraz tarihe bakalım.

Osmanlı Devleti döneminde, dinin devlet işlerine karıştırılmasıyla ortaya çıkan olumsuz sonuçları yansıtan belgeler devlet arşivlerindedir. Çağdaşlaşma hareketlerine karşı koyan tutucuların, bağnazların bu gibi hareketlerine ilişkin somut bir olaya kısaca değinerek, Atatürk’ün laik düzen getirmesiyle de nelere set çekmiş olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Şu an yaşadığımız dönemde bile cinayetler, tecavüzler, yolsuzluklar, kadına şiddet ve kadını cinselliğin profili olarak ve bunları yaparken en korkunç olanları ise toplu katliamları din adına meşrulaştıran zihniyetlerin amacı her zaman toplumu geriletmekten başka amaca hizmet etmemişlerdir.

İşte, size bir örnek vereyim.

1831 yılında veba gibi korkunç ve öldürücü bir hastalık Türkiye’nin sınırlarına dayanmıştır. Hükümet, bu öldürücü salgın hastalığa karşı halkı korumak için gemilerin karantina altına alınmasına karar verir. Fakat tutucular: “Bu bir bid’attır; Karantina denilen şey Frenk âdetidir. Ehl-i İslam dininde buna riayet caiz değildir.” diye başkaldırırlar. Devlet; sağlık, akıl, şeriat yollarının hepsine başvurduğu halde “İstemezük” gürültüsünü bastıramamıştır. Tasavvur edilebilir mi ki bu yüzden, tam 7 yıl vapurlara ve salgın olan bölgelere karantina uygulanamamıştır.

Peki ama sizce bu düşünce neyi getirir?

Tabiki, bu tutucuların din ve fetva hamlesi ile devletin karalarını sindirmiş insanları veba salgınının celladına teslim edilmiş ve karşılığında Türkiye’nin birçok merkezinde tedbir ve karantina uygulamadıkları için binlerce insan ölmüştür.

Devlet her ne kadar iyi kararlar alsa bile ucunda fetvacıların itirazları ve karşı koymaları devleti zor durumda bırakmış hatta fetva verilmediği için matbaa 300 yıl ülkeye gelmesi gecikmiştir. Buradaki ana iskeleti her halde çözdünüz. Bu papazların devleti yönetmesi, yönetimi ile kesinlikle aynıdır. Tek farkları din isimlerinin farklı olması, yoksa papazların zihniyeti aynıdır.

İnkılap tarihi hocalarımızdan Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın belirttiği hususlar konumuza daha da açıklık getirecektir.

“140 veya 150 yıl önce öğrenciler okullarda yere otururlardı. Okullara sıra konunca hocalar kafir icadıdır diye kıyamet koparmışlardır. Bacaklar sallanarak Kur’an-ı Kerim okunmasının günah olduğunu öne sürmüşlerdir. Sonunda, padişahın önünde hocaların ve çağdaş eğitimcilerin temsilcileri düşüncelerini açıklamışlardır. Varılan uzlaşma şu olmuştur: Kur’an-ı Kerim dersinde öğrenciler sıraların üzerine çıkıp bağdaş kuracaklar ve ders göreceklerdir. İşte din bu biçimde yaşamın tüm konularına girmişti. Dine bağlanan âdet ve gelenekler, özgür düşünceyi demirden bir çember gibi çevirmişti. Her şeyi dine bağlamak zihniyeti cumhuriyet devrine kadar sürdü.”