Kategori arşivi: Şiirimsi Deneme

Çocuk

Bu göz göze
gelişlerimizin

Bi anlamı olmalı
çocuk,

Bu kaçıncı bakış
çocuk,

Bu Kaçıncı kaçışı
gözlerinin bendeki,

Bu kaçıncı devir
gözdaşlık ediyorsun,

Çok zamandır
tanıdık geliyorsun,

Tıpkı

Çocukluğumun
göz pınarlarındaki

Göz yaşları gibiydi

Yağıyorlarken üzerime çocuk,

Sen

Ben

Damlalar…

Herkes
kimsesiz,

Her şey
çaresiz

Ve

Hepimiz
gün doğumlarına gebeyiz!…

aLi taşkala✍🏻
#Tunceli 06.11.2023

İnsan Gibi İnsan Olmaya…

Anımsar mısınız, nasılda umutla, yaşama sevinci emareleriyle…
Çağıl, çağıl dolup-taşan iyimserliklerle ve düş güzellikleriyle…
Rengarenk ışıltılı göz bebeklerinden, çakmak, çakmak yayılan…
Heyecan ve coşku dalgalarıyla atılmıştık…
Yeni yılı karşılamaya hazırlandığımız, o günlerde de…
Şimdi bin bir kahırla, elvan çeşit hüzün lekeleri…
Savaşın azapları, kardeş kanının kiri…
Kahpece, zamansız, hunharlıklarda ve
Ve, erken gelen hain ölümün neden olduğu,
Önlenemeyen, bastırılamayan canhıraş yürek çığlıklarıyla iğdiş olup!
Irzına geçilen ve horluklarda telef edilen…
Bu bağlamda da, bir an önce sepetlenip, kurtulunmak istenen…
Şu garibim-yorgun -bezgin, ömür eskisi yıla ”-Merhaba” derken…
Tıpkı, bu yılda da olduğu gibi…
Yılın bir yenisine daha, aynı duyguları yükleyip…
Kimimiz avara kasnaklarda, kendimizi avutarak…
Kimimiz, kandırılmalarda…
Kimimiz MIŞ GİBİ DAVRANIŞLARLA…
Kimimiz, olur-olmaz anlamları kondurarak…
Kimimizse, daha şimdiden…
Ağır mı ağır kör sancıları, bağrında taşıdığını fark ederek
Perşembenin gelişinin…
Çarşamba’dan belli oluşunu, sezmenin eminliğiyle…
Aman canım sendelerde, burun kıvırıp…
Küçümser bakışlarla , hoyratlıklarımızın zırhına bürünmüşlükle…
Tepeden süzerek, karşılamaya çalıştığımız, bu yeni adayı, yıl gibi!..
Oysa han eski, yolcu bildik, huy aynı, sancı belli olunca…
Dahası…
Eski tas, eski hamamlıklar sür git oldukça…
Kendimizi avunma ve avutma…
Kanma ve kandırılma dehlizlerine sürerek…
Durduk yerde, enayiliğimizi yineleyerek, neden ıskalayalım ki, hayatı?
Gerçeklerin, zamanlı-zamansız ve aklına geldikçe, ortaya çıkma gibi bir muzurluğu…
Ve, huysuz sevecenliği vardır, malum!…
Bunun da, posasını çıkartıp…
Defterini dürerek koltuğunun altına sokuşturup…
Seneye bu günlerde…
Dünü ve yaşananları…
Balık hafızalılıklarda, unutup…
O, delik deşik olmuş pabucunu eline vereceğimiz…
Buna aşina şu garibim, masum mu masum biçare yeni yıla…
Günlere…
Dahası, en pervasız edalara bürünmüşlükle…
Özündeyse, tepeden-tırnapa salaklıkla…
Masum zamanları katledenliğimizi yadsıyıp…
Yok sayarak ve suçu kendimiz dışında hemen herkese…
Hatta…
Yükleyip biçare kara kediye, işin içinden sıyrılmaya yeltenişle…
Kendimizi, adeta sütten çıkmış ak kaşık…
Ya da, bulunmaz Hint kumaşı saymalarda, gitsin eskisi…
Gelsin yenisi, edalarında…
Bir yeni yılı daha bekleme avaralık ve avanaklıklarına koyularak…
Dahası, huylunun huyundan vaz geçmeme kusurluluğumuzla…
Kabahatin hepsinin sözüm ona biz insanda(?) olduğunu bile, bile…
Öte beriye, sağa-sola saçarak…
İşin içinden çıkmalara yeltenerek…
Nice, yıl sonu ve yıl başı arafesin de…
Ütopikliği de aşan düş çukurlarına düşmelerde…
Halüsünasyon yada serap görmelere dalarak…
Hayatın gerçeklerini ve insanlığımızın yittiğini fark edip, itiraf etmeyerek…
Üstelik, kendimizle yüzleşmeleri hep erteleyerek…
Yalan-yanlışa, sünger…
Gocunduğumuz doğruların ve gerçeklerin üstüne…
Değil, şal…
Kara çuhalardan, kalın mı kalın perdeler çekerek…
Onurlarımıza leke sürüp…
Muammalar diyarı ömürlerimize…
Ayıp ve utanç yaftası astığımız…
Şu, masum mu masum…
Günlerin, haftaların, ayların, yılların, hatta çağların…
Dahası günahsız zamanın telefliğinden, bizlerin sorumlu olduğu gerçeğini…
Evrensel doğrularla, içimize sindirmek yerine…
İşin, hep kolayına kaçarak, en hünerli deve kuşuluklarımızla başımızı kuma sokup…
Farkındasızlıklar da ve hatta ukalalıklarımızda kıçımızı açıp…
Ayazlarda koyarak…
Aynı nakarat ve teranelerde…
Ömür eskitmelerle, avuntu ve uykulara dalgınlıkta…
Şu güzelim hayatı heba ederek…
Karanlığın, kirin, korkunun, kanın, ölümün ve talanın, esaretin…
Bizim, bize ve evrene yaydığımız virüs olduğu gerçeğine sırt dönerek,
Havanda su dövüp, kalburla su taşıma ahmaklığında ömürler eskitip…
Gün tüketerek yitirdiğimiz insanlığın vebaliyle yüzleşmelere…
Hala ve inatla yanaşmama abesliğinde debelendiğimizi…
Neden fısıldayamıyoruz biz, bize?
Gelin, azda özü diyelim, yürek sesimizi dinleyerek…
Kendimize, yadsınamaz şu gerçeği ifade edelim…

YETMEDİ SOLUĞUMUZ, İNSAN GİBİ İNSAN OLMAYA!
YETMEDİ SOLUĞUMUZ, İNSAN GİBİ İNSAN OLMAYA!

 

Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ

Altınoluk / EDREMİT
31 / 12 / 2015
Saat ; 15_00

Alırlar Be Çocuk

Gözündeki umuda, yaşama sevincine

Sevgiye, cana düşmandır bu canavarlar…

Gözündeki, yüzündeki gülüşü

Yüreğindeki sevinci,

Gönlündeki umudu,

Bedenindeki canı, yaşamaya doyamadığın hayatı,

Yarınlarını çalarlar, yarınlarını be çocuk…!

Yarınlarını çalarlar, yarınlarını be çocuk…!

Mualla Sezgör Yassıbaş

Operasyonun Kod Adı ,”GELEN GÜLEN”dir…

Döşenmeye başlanalı, çok oldu dinamitler, vatanın altına
Bileylediler, kör intikam kılıçlarını ta Kubilaydan bu yana…
Menemende katillerin başını çekiyordu, ARINÇ’ın dedesi de hani ya…!
Yoktur, bir farkı…
Bugünkülerin de dünkünden
Sömürgecilerin oyununda, figürandırlar hepsi birden…!
Kafa aynı kafaydı, kimlik, aynı kimlik…
Tayfaydı sadece o vakit, şimdi geçti dümene Tayyip…!
Niyet aşikar hedef belliydi,
Ot tıkamaktı rejimin canına oldum olası…
O karanlık, ilbizli kafada amaç…
Dünde, bugünde…
Hiç mi hiç vazgeçmediler, ihtiraslarıyla karanlık emellerinden…
Kimi gün kuzu postuna büründüler, kimi gün dini bayrak ettiler,
Kendini bilmez, bu gerici ”Dindarlıkdan bihaber” DİNCİ yobaz çeteler…!
Ta’ki Said-i Nursiden beri,
Çankayanın tepesine, devletin zirvesine, hilafetin sancağını dikmeye…
İnsanı,
Ümmetliklerde, kul -köle etmelere, yeminliydiler…
Vaktin o behrinde de İngilizlere uşaklık ettiler…
Sattılar vatanı, arkadan hançerlediler Anadolu’mda insanı..!
Tekkeler açılsın, zaviyeler kurulsun diye, ter ter tepindiler…
Ve, sonrasında da
Asla mı asla, vazgeçmediler, bu kara emellerinden,
Gülen’in Cemaat evlerinde, körpe beyinlere nifak tohumları ektiler,
Yatılı kurslarda körpe bedenlerin ırzlarına geçtiler…
Sonra pisliklerini ört-bas ettiler…
Velilerden tek tük itiraz gelince,
Kimine rüşvet,
Kimine gözdağı verdiler…
Zehir zemberekliklerde, saldırdıkça saldırdılar dur durak bilmeden…
Sivas Madımak’da, İnsan yakmacasına…
Utanmadılar, iğrenç emelleri için, Allah adını kullanmaya…
Soyundular insanları Allah ile aldatmaya…
Atınca kapağı ağababası Amerika’ya, Gülen Efendi…
Zat-ı alileri kiliselere bağış, Vatikan’da Papa’yla el ele verdiler,
Kendileri yıl ikibindokuzda, hane-i fesat Amerika’da…
Mason siyonistlerce”Yılın Din ve Barış adamı” seçilirken
Aldıkları emir gereği, ülkeyi ateşe verdiler…
Amerikan askerlerine “Gazanız mübarek olsun” la, duayı…
İnsanımaysa,
Kan uykularda, ölümleri reva gördüler…
Türkçe ezan okununca KÜFFAR İŞİ dediler…
Mason Marisson çete başı Bayarla bunu da hallettiler…
Menderes-Bayar çetesine Mason Çoban Sülo’yuda ekleyince…
Yurdun dört bir yerine nifak tohumları ektiler…
Payitaht gitti, Cumhuriyet geldi diye oldum olası gerildiler, yerindiler, genirdiler!
O gün bu gündür dur-durak bilmediler,
Operasyonun kod adı ,”GELEN GÜLEN” di…
Ağacı yaşken eğip, körpe dimağlara sunmak için zehirlerini
Açtılar okullarını, sardılar ülkeyi, devleti, milleti Ahtapot gibi…!
Delebilmek için gövdesini devletin
Sokabilmek için, girilmeyen yerlere, kara ficirliklerini
Hükümetçe, katsayılarla, oynandı,
YÖK başına, Molla kulları atandı…!
Devlet ve ülke, eğitimden itibaren, işgale başlandı…!
Boy boy gazeteler, renk renk dergiler çıktı ortaya,
Esamesi okunmasın diye kuklalarını koydu başlarına,
Ardı sıra, televizyonları da başladı nifak dolu yayına…
Gözü doymayan bu çeteler, ele verip talkını kendileri yediler salkımı.
Deniz feneri dediler, milleti soyup soğana çevirdiler…
Hoca efendinin, kayıp milyon davasında, ciğeri de kediye emanet ettiler.
Ettiler, milleti maskara, yedi düveli, ağlanacak halimize güldürdüler…
Yetmedi Kızılay’ıda işgal ettiler…
Dul -yetim hakkına göz dikip,
Tarikat-ı zevatı zengin ettiler…
Yıllar öncesinden ekilirken tohum 
Baş verdiğinde çıban, dillenmeye başladığında ilk tehlike
Yılanın ufakken, ezilecek yerdeyken başı 
Gereğince farkedip, önemsemedi kimse…!
Hele ki devlet-i alideki’ler verdiler, iyiden iyiye bu zındıklarla el ele…
Değil bakanlıklar,
Başbakanlık bile oluverdi tarikat odağı…
Giyildi takunyalar, tutuldu saflar.
Yoktu zararı, tutulamamışlığında arasıra kaçsa da gazlar…
Kılındı beş yerine, onbeş vakitlik namazlar…
Sakallı softalar, sofra sofra ağırlandılar…
Gece yarıları başkentin göbeğinde,
Siyah Kadillaklar, onlara çalıştılar..
Sakallı ucubeler, öbek öbek devletin zirfesine, taşındılar.
Operasyonun kod adı ,”GELEN GÜLEN”di.
İşin başında farkedenlerden kimileri ise, oynadılar üç maymunu
Ederek insanlığa, kendilerine ve vatana ihanet…!
Duymadılar,
Görmediler…
“Vallah-Billah yeminler etmecesine”…
Olanı biteni hiç mi hiç farketmediler…
O ucube tekerlemeyi dillerine pelesenk ettiler…
“Bana dokunmayan yılan,bin yaşasın” dediler.
Kimileriyse, daldıkları derin uykularda, pembe düşler gördüler…
Erbakanla, iktidarda, el ele verdiler.
Huylunun, huyundan vazgeçmeyeceğini hiç mi hiç bilmediler…!
Kimi aklı evvellerse,
Küçük dağları ben yarattım edasıyla…
Kerametlerinin kendinden menkullüklerinde…
“-Yetmez bu bacaksızların boyu, değmez bunları önemsemeye…
Üç-beş çapulcu değilmi altı-üstü deviremezler devlet denen bu Çınarı…
Verdi mi ordu da BALANS AYARI (!)
Dağılırlar çil çocuğu gibi demelere koyuldular…
Tehlikeyi, değil önemsemek….
Küçük mü, küçük gördüler.
Hatta, hiç tehlikesiz diyecek kadar kör ve hödüktüler…!
Karanlık el…
Kapağı Atlantiğin ötesine.
Elini kışlaya attı…
Utanıp -arlanmadan, koro halinde, orduya çamur attı…
Eğitimde, nasıl olsa odaklanana varılmışlığında,
Sırada kala kala hukukla adalet vardı…
Ve
İşte şimdilerde mahkemelerde de işgal başladı…
Geçildi ırzına hukukun…
Uydurma davalarda, binlerce sayfalık yalanlarla…
Aydınlar doğrandı.
Operasyonun kod adı, “GELEN GÜLEN”di!
Önce sırtlarındaki kamburdan kurtulmaya kalkıp…
Rant belasına, post kavgasına düşünce…
Attılar hocanın tayfasını gemiden…!
Emanet triliyonlar iç edildi, utanmadan…
Kuzuyu kurda emanet ederek…
Üstelik utanmadan çıktılar zeytinyağı misali…
Değil suyun üstüne,
Çıktılar,
Taa Çankaya’nın sekizyüzaltmışdört rakımlı tepesine…
Tıkayarak kulaklarını hukukun “-Suçludur onlar” deyişine.
Baykal’ın da çetecilerin kayığa binişlerine, destek verişiyle…!
Bakmadan, kadayıfın altının kızarmasına…
Nasılsa, dememiş miydi Erbakan hoca “Kanlı mı olacak kansız mı” diye…
Başbakanken sesi gelmemiş miydi çölden…
El-pençe divan dururken,
Libyalı Bedevi deve güdücüsü Kaddafi’nin çadırında…
Kırk takla atarken.
Hocasını takibi, ihmal etmemişti, talebesi Tayyip’i de !
Alıyordu soluğu dört nala Kabil’de…
Talibanın kulluğunda,
Eğildikçe eğiliyordu huzurunda mollaların…
El -pençe divan durmalarda…
Sonrasında…,
Çark edişliklerde dümeni, ABD ile AB’nin sularına…
Trampa yaptılar, soyunmuşluklarıyla, takiyeciliklere.
Bağladılar gemilerini, sömürgeci ağababalarının ,limanına…!
Pek tabiiki, ulufeden, payda düşüverdi ,oğullarına…
Gemicikler sunuldu, asker kaçağı, çocuklarına..!
Saymadılar rüşvetden, icazet çıkmıştıya, Gülen Hoca Efendiden..!
Dümene el koyan, siyonist artığı …
Tatdıkça, haramın tadını, yürü de, deyince ona “O’nun mevlası”
Tayfa Tayyip oldu, Kasımpaşa haramisi..
Hatta, kurtarmak için zevahiri.
Hep bir ağızdan, bastılar yaygarayı, koro halinde, danışmanlar tayfası.
“-Lavobadan süpürmek yerine, alıpta kullanın”
Demenin onursuzluğunu, hiç mi ,hiç ,umursamadan…
Arsız ve yüzsüzce, bağırdıkça, bağırdılar, el birliğiyle…
İkinci körfez harekatında, oğul “PUŞT” Bush’la, vermişlikle başbaşa…
Meclisten kararı geçirebilseydi mazallah, Gül Başbakanda …
Amerika paryalığında, takla üstüne takla, atmışlıklarıyla.
Müslüman kanı içen, aç kurtlara, peşkeş çekerek, toprakları .
Kuburluk yapacaklardı, şehit mirası, güzelim vatanı..!
Biat etmelerine, konunca taş, azdımı, azdı keneler.
Dört bir koldan saldırdı, it sürüsü, hergeleler…
Askerin kafasına, çuval bile geçirttiler.
Süt dökmüş kedi gibi duran, bizde ki avaneler…!
Çıkmayınca sesleri, kesilince nefesleri ,ağababalarına lam-cim edemeden,
Milletin, kanını emmelere, gömüldüler.
Üstelik, birde utanmazca ,dönüp millete…..
“-Ananı da alda git.” dediler.!
Fırıldaklıklarda dönmenin sarhoşluğunda, açıldıkça, açıldılar.
Alçaldıkca, alçaldılar.
Fakiri- fukarayı, gırtlağına kadar, borca batırdılar..
Kâr’ıda yükleyince, kediye..
Babalar gibi satarız, ne bulsak biz, dediler…
Ülkemi, insanımı, yabancı sermayeye ,peşkeş çektiler..
Sıcak para geldikçe, paranın, pul olmuşluğunda,
Unakıtanın, mavallar okumuşluğunda, kaptırarak kendilerini….
Kendilerinin bile inanmadan, söyledikleri yalana ..
Geldikce cukkalar,ceplerine ,girdikce avantalar,
Toz pembeliğinde düşlerinin, meftun olup ,vecde gelerek….
Keyiften, kendilerinden geçmişlikle, zil takıp, göbek atarak,
Ülkeyi ,AB’ye soktuk ,sokacağız diye, nara üstüne, nara attılar..
Gündüz gözü ,Kızılayda, havai fişekler fırlattılar !
Saman altından, su akıttılar..
Harran ovasını, Siyonistlere vatan yaptılar.
Gebe İsrailli kadınlar, soluğu Urfa’da aldılar.
İsrailde, rahime düşen döller,
Urfa’da dünyaya geldiler..
Talmut’un palavrasını, hayata geçirdiler.
Bu arada ,sınır boyundaki mayınlı tarlalar,
OFER’e sunuldular..
Anadoluda, ikinci İsraili, var kıldılar…
Operasyonun Kod adı, “GELEN GÜLEN” di !
Durun daha, sıkıldıysanız, bakmayın kusura.
Dişinizi sıkın, biraz daha, nasıl olsa yıllardır ,alışmışız, hani’ya..
Zira, ne onların ayıpları nede bizim diyeceklerimiz bitti…
Emperyalist alçaklarla, kapı kulu uşaklar,
Keli-körü düzdüler, gözlerini ,güzelim vatanımıza diktiler.
Paralarımızın, üzerindeki resimlere…
GÜLEN’den, inciler dizdiler..
Resim, resim, ihanetlerinin motiflerini, işlediler.
Bununlada yetinmediler, durdurak bilmediler…
Açıldıkça, açıldılar.
Sünepeleştikce, sünepeleştiler.
İt ayağı yemiş gibi, koşuşturdular…
Ayaklarının birinin, Bedevi çadırlığında …
Körfezi, komşu kapısı …
Arap sermayesini, cep harçlığı yaptılar..
Kapalı ,kapılar ardında, ABD hibesi karşılığı ,vatanı sattılar..
Altı yok pabuçluğunda, aşınan ayakları, eşkiyaların inindeydi…
Dil atıp ,damak tutuyorlar şimdilerde,
Çaldıkları minareye, kılıf.
İhanetlerine, ortak arayarak,
“Kürt açılımı” diye palavralar sıkarak, dil atıp damak tutuyorlar.
İnce, ince tezgahlarda ,
İhaneti , dokuyorlar .!
Eşkiya başını, adam yerine, koyuyorlar.!
Hani ya, cami ile kilise arasındaki beynamazlıklarda, kıvranıp duruyorlar..
Ülkeme, insanıma, kötülük üstüne kötülük, yapıyorlar..
Barzani ile ortaklıkta ,Siyonist ağababalarına ,
Babadan hısımları, Davut’un çocuklarına kıyak üstüne, kıyak yapıyorlar….
İhale üstüne ihale, toprak üstüne toprak, taviz üstüne taviz, veriyorlar.!
Aselsandaki, memleket evladı, dört mühendis…
Hain tuzaklarda, haince katledilirken …
ABD, İsrail tezgahında, başımıza belalar örülürken ,
Faili meçhul cinayetlerde, onca ömürler toprağa düşerken ,
Sus-pus olmuşluklarda, gerdan kırıyor, bizim sürüngenler….
Yetiyor ancak güçleri, içerideki millete ..
Dışarıya gelince, lal olan dilleri,
Zehir , zemberekliklerde, çözülüveriyor…
İnsanıma, ülkem de…
Elleri prangalı köleliklerde,
El pençe divan durmaları ihmal etmezken
Hani ya, ABD’li ağababalarına.
Kırılıp, gücenmesinler diye ,
Selam duruyorlar,
Vatikanla, Avrupa’ya.
Sözde,
Dinlerle, kültürlerin buluşmasında …
Özdeyse,
Vatanın ve halkın peşkeş çekilmesinde.
Eeee !
Zennelik, kölelik kolaymı.!
Kaptırırsan elini, kurtaramazsın kolunu ..
Adamın ahmağını, soyup sovana çevirir…
Kıvırttıkca, kıvırttırır el oğlu,
Sonra oluverirsin, kurtlar sofrasının kurban koyunu.
Var olalı insanlık ,
Efendiler, marabalara oynar hep bu oyunu …
Operasyonun kod adı “GELEN GÜLEN” di !
Projeler, Pentagonda belirlendi,
Şimdi en sonunda…
Hilkat garibeliğinde, uydurulmuşluğunda,
Dizilerek tesbihe,
ABD’ye, Barzaniye, İsraile kurban edildik yine…
Ne acıki, bu oyunun sonunda,
Ne ülkem .
Ne de,
Fakir fukaralığında, türküyle ,kürdüyle,çerkeziyle, lazıyla,
Özcesi,
Kızıyla, kızanıyla insanım çıkmayacak asla kârlı ,
Yarayı biz, parayı eloğlu alacak bir koyup üç almışlığında..
Kala kala, bizede üçün biri kalacak…
Varsa, kalmışsa acık tutar yerimiz oda yalama olacak…
Hani ya, bu zevzeklerin müflis tüccarlıklarında,
Gül ağacı misali, gelen ağam-giden paşamlıklarda,
Büklüm, büklüm eğilip, kul, köle olmuşluklarda….
Siyonizmin yaygaralarında, oturmuşluklarda kucağa….!
Satıyorlar vatanı bir pula, mirasyediliklerde hovardaca.
Yanlış hesapların Bağdattan dönmüşlüğünde ,
Ceremeyi hep biz ödüyoruz, milletce
Ayağı çarık bile olamayacakları ,
Başımıza sadece sarık değil, adeta taç etmişliğimizle..
Dertmi ki onlara, doluyorsa kasaları çoluk- çocuk, hısım-akraba,
Umurlarındamı dünya.
Satılmışsa vatan, bölünmüşse yurt.
Geçirilmişse çuval, Mehmetçiğin başına..!
Sıkarlardı dişlerini, kapatıverirlerdi gözlerini ,
Şunun şurasında ne olmuştu hani yani,
Geçirirken acımasızca el oğlu onlara ayakta..
Ağaların işleri tıkırındaydı ya…
Operasyonun kod adı “GELEN GÜLEN” di.!
Millet, fakr-u zarurette….
Ölüm ölüm, kana-yasa belendi,
Atlantiğin ötesindeki münafık, emri verendi..
Bunların topu birden, “Kimliği ayan-beyan”,
Kimliksiz cibilliyetsizlerdi…!
Allahla aldatmaya yeltenen .
“Dinci” hödüklerdi.!
Ha, siz siz olun.
Sazanlaşıp unutmayın sakın ha !
Tüm bu olup, bitenleri.
Bizleri, tespihe dizenleri,
Kara, kara, düzenleri….!
Kalmadıysa adı aklınızda, son bir kez, hatırlatayım
Operasyonun kod adı mı?
Operasyonun kod adı ………….
GELEN …….
GÜLEN’DİR…….!!!!!!!!!

Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ

Hildesheim/ Almanya

12/08/2009

Aslında!…

Akıl tutulmalarında, sağ duyusuzluğun pençesinde kıvranırsın

Sorgulamadan yana almamışsan nasibini, hayatta

Hayat denilen bu kavgada,

Hem burnunun ucunu, hem ormanı, hem ağacı, hemde ufku…

Dahası, duvarların ve perdenin ardında olan-biteni görmeyi bilip-beceremezsen;

Kurtulmaz, başın beladan ….

Suçu kargaya yükleyen, insan denen aciz güruh

”Kılavuzun kargaysa, burnun boktan kurtulmaz” deme ukalalığıyla;

İnsanın, insana attığı kazığın, yaptığı ihanet ve kötülüğün suçunu

Atar namertçe gariban hayvanlara

Oysa ki, insanın kendine ve soyuna

Hemcinslerine yaptığı kötülüğün binde birini

Yapmaz hayvan, hayvana, dağ dağa, taş taşa…

Emek-ekmek, alınteri ve sermayenin sömürü kavgasında,

Ezenlerin, ezilenlere kanlı zulüm ve renkli entrikaları değil midir utanç veren!?

Cehalet, ilbiz karanlıkta boy atan yobazlık, zulüm…

Sözüm ona insanca, insana reva görülmemişmidir!?

Hep; ” – Uyanığı severim, benden uyanık değilse” diyerek

Nesilden, nesile taşınmamış mıdır çürümenin virüsü!?

Asalaklık ve kara kazançlarda kıyılmamış mıdır!?

Emeğe, alın terine, göz nuruna;

Yine, sözde insan geçinen mahluklarca

İnsandır, insanın ve insanlığın köküne kibrit suyu döküp, nesline kıyan

İlhak, iltihak, sömürü ve hegomonya savaşında…

Kıyılmamış mıdır mazlum, masum günahsız sabilere!?

Dalda sız-dulda sız insanların yarınları, talan edilmemiş midir!?

Canavar ruhlu, vampirlere taş çıkartan hilkat garibelerince…

Ne zaman ki akı, karadan,

İyiyi kötüden,

Emek ile sermayenin savaşında emekten yana olmaktan geri durmuş,

Dahası…

Kendine, sınıf bilincine, onura, insana, hayata, evrene…

Emeğe, ekmeğe ve alın terine ihanete yeltenmişse, insan;

Evren kana bulanmamış,

Kardeş kavgasında açmadık goncalara,

Doğmamış sabi-sübyanlara kıyılmamış mıdır!?

Ondandır ki;

Ateş bacayı sarmadan,

İş, işten geçmeden, kaçırmadan olanakları;

Bilgiyle, bilinçle, sağ duyu ve onurla sorgula, hayatı;

Taş, taş üstündeyken yıkma dünyayı, insanın ve insanlığın başına!

Kendi ayağına ve nesline, kurşun sıkma!

Durdur, çomak sok,

Kanlı düzenin dişlilerine!…

Namus, emek, ekmek ve onurdan yana tavrın ve kararlılığınla

Geçmeden Bor’un Pazarı, Sürmeden eşeğini Niğde’ye …

Onur ve sağ duyunla siper et gövdeni,

Durdur hayasızca akınları, katliamları, savaşları…

Yozlaşmanın karanlığında boğulmak yerine,

Sok, karanlığın bağrına!

Bilimin, ilmin, aydınlığın, bilgeliğin hançerini.

Yüzleşmeye koyulduğunda;

Utanmamak ve alnının akıyla, ” – İnsanım . ” diyebilmek için

Koy ömrünü, yüreğini, siper et gövdeni;

Karanlığın ve cehaletin,

Kapitalist deccallerin, şerefsizler ordusunun saldırılarına,

De ki daima

Ölüm, ölüm ya, hırlamak nesi!

Onursuzca sürünmek yerine.

Ölebilmeli insan şerefiyle, şereflice, yüreklice…

Bir ölüp, bin doğarız felsefesinin erdemi ve yürekliliğiyle

Unutma ki onurdur, inançtır, insanın asalet ışığı.

Söndüyse onurun, yüreğin, vicdanın ışığı,

Olan-biten

Olsa, olsa

Bo*tan bir ömrü kuburda tüketmektir, nafilece…

Yemek, içmek ve sı*maktan ibaret döngüyse, olan-biten yegane devinim,

Ser-sefilce sürense,

Bu hayat, hayat değil!

Onurdan ve hayadan nasibini almadan,

Beyhude kadavralıklarda, ömür telefliğinin daniskasıdır, aslında

Ömür telefliğinin daniskasıdır, aslında!…

Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ

Zaman Denen Harami…

Uzun yıllar ötesinden, bir sararmış fotoğrafta…

Çalınır sanki o malum şarkı…

Bakarken, ben bana…

Sararken ruhumu, anı anı o yıllar…

Ben, bana dünü anlatırım…

Sessizliğin sesiyle dillenen, o fotoğraftan…

Biz gizli hüzün..

Bir mahcubiyet…

Ama, en çokta içten sıcacık bir bakıştan..

Akıveren onca duygu…

Dolarken yüreğime..

Zaman denen haraminin, ömürleri nasılda talan ettiğini…

Yürekleri, yangın yerine…

Gönülleri, bozulmuş bostan tarlasına çevirdiğini görmek…

Koymuyor değil, hani ya insana…

Zaman denilen çarkın dişlisinde…

Neleri neleri yitirdiğini…

Kazandığın onca edinimle öğreniyor…

Hiç mi hiç akıldan çıkmamacasına insan…

Zor şeydir, hatta belki biraz garip…

Dahası, anlaşılmazda gelebilir belki…

Kimilerine göre…

Dünkü benle, bugünkü benin bu gizli muhabbeti…

Aynalar gibidir, fotoğraflarda!…

Söylerler insana, yitirdiklerini ve…

Hayatın gerçeğindeki gizleri…

Kabullenmesi zorda olsa…

Hatta, içe sinmese de…

Sızlatsa da yüreği, ne aynalara…

Ne fotoğrafıma, etmem asla sitem…

Ondaki ben…

Bendeki ben, ne kadar uzun yıllar ardından, olsa da hala…

Bugünü, dünde yad ederek…

Söyleriz, bir birimize o malum şarkıyı…

Hala ve sıklıkla…

”-Uzun yıllar ötesinden…”

Bir demet gül veremeyiz belki birbirimize…

Ama; gül güzelliğindeki ömrün..

Değişik renkleriyle karışır…

Sarmaş dolaş oluruz, birbirimize…

Acı, tatlı bin bir anı harmonisinde.

Üzüntüye, neşenin..

Tebessüme, göz buğusunun karışıvermişliğinde…

Neler neler anlatır, bir bilseniz…

Dünkü ben…

Bana, dünümden seslenişinde…

Bir şükran borcu ödemecesine…

Bir tebessüm, bir buse sunarım…

İncitmekten korkarcasına, resmime…

Resimdeki bende, bana fısıldar…

”-Yaşamak zor zanaat” diye, usulca.

Bugüne uzanan dikenli hayat yolunda…

Bu günüme, sevgi sevgi, emek emek.

Çaba çaba..

Ve, hatta, düşe kalka…

Acı imbiğinden süzdüğüm, mutluluğu…

Ömrüme katık etmişliğimle…

Çile dolu günleri…

Sabırda, şükürde, vefada…

Mutluluğa çevirmeyi ilke edinip…

Ulufelere, yalancı baharlara…

Poh pohlamalara ve ucuz kahramanlıklara tamah etmemişliğimle…

Alın teri alın teri, onur onur…

Çaba çaba, azim ırmağından su içmişliğimle…

Bu günüme, diş tırnak gelmişliğimde…

Yitirdiklerimden, çok…

Kazanımlarımı düşünür…

Mutlanmanın yolunu ararım, kendi kendime…

Gönül dünyamdaki, beni ben eden güzellikler…

İnandığım, tüm değerler…

Ve, beni bu anıma eriştiren…

Ömrümde, ömürleri…

Emekleri, alınterleri, ekmekleri olan herkese…

Kötüde iyiyi, zorda kolayı…

Çirkinde, güzeli…

Öğrenmemi sağlayan cümle canlara ve her devinime…

Şükran sunumudur aslında, busemde…

Benden, düne ve o eski fotoğrafa salınan, bu buruk buseyle…

Bugünkü ömrümden, dünüme…

Çocukluk, gençlik yıllarıma yollanan.

Gecikmiş bir şükran borcunu ödediğim, bugünde…

Yüreğim dillenir, yüreğim…

Hüzünlere kapılsa da…

Sevgi dermişliğin, sevinciyle…

Teşekkür ederim, yürekten teşekkür…

Ölümün beyaz atlısına çoktan binip…

O bilinmezlere ,o dönülmez ülkeye…

Sonsuz ve dönüşsüz bir sefere çıkan ebeveyinlerime…

”-Bende, tıpkı sizler gibi, torun sevinçleri…

Evlat mürüvvetleri yaşadım…

Şimdilerde…

Dostluğun akpacık çiçekliğinde…

Sevip, sevilmişliğimle…

Boy verdiğim, gönül bağlarında açmakdayım…

Yürek otağlarında sevgide, sevinçle konaklamaktayım…

Ve, bilesiniz ki…

Ömrümde ömürlerinizi yaşatmaktayım…

Atalığınızdan gurur duyduğum siz canlarıma…

Analığımda, atalığımla…

Bana yaşam kaynağı, siz canlar hası canlarıma…

Sevgili atalarıma…

Minnettarlık duyguları çoğaltmışlığımla…

Yürekten, şükranlar sunmaktayım”

Şimdi ve hala…

Zaman denen haramiye….

Esaretliğimin sürmüşlüğünde…

Bakarken, buğulu gözlerle,

Sararmaya yüz tutmuş fotoğrafıma

Kar yangınlarından nasibini alan…

Akpacık saçlarımla…

Hem dinler, hem söylerim o güzelim şarkıyı hala!…

”-Uzun yıllar ötesinden…

Hatırını sorayım mı?…

Sana gönül bahçesinden…

Bir demet gül, vereyim mi ?”

Zaman denen haramiye inatla!…

Zaman denen haramiye inatla!…

 

Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ…

 

Hildesheim/Almanya
08/12/2012
Saat;00_12

NOT: DEĞERLİ KARDEŞİM HASAN KIRMIZI LÜTFEDİP RESMİMİ YAPARAK BANA ARMAĞAN EDİP BENİ SONSUZ MUTLANDIRDI.
HUZURLARINIZDA, HASAN KARDEŞİME SONSUZ ŞÜKRANLARIMI SUNUYOR, ELİNE EMEĞİNE, O GÜZEL YÜREĞİNE SAĞLIK DİYORUM…
İYİ Kİ VARSIN HASAN CANIMIZ…

 

 

 

Geriye, Rengarenk Öyküler Kalır…

Onurun Kanıtıdır…

İnsani hasletlerim, saygım, arım-namusum, üzüntüm,

Tüm insani duygularım, erdemliliğe uzanan güzellikler;

Yalvarırım,

Terk etmeyin beni…

Yalnız, sevgisiz, yoldaşsız,

Yolsuz, izsiz, pusulasız bir başıma koymayın…

Bencilliğin kucağına, kibrin kuburuna itmeyin lütfen beni!…

Bu karanlıklar güruhu yığınlar ve elemin gayya kuyularında,

Herkesin riya çukurunda ve soysuzluğun batağında debelenmişliğinde;

Kendine ağır gelip, kendine yaban ve alemlere, insana ıraklıkta,

Nefsin peşinde, ağzı salyalı canavar kesilip;

Körü körüne koyulduğu, kör döğüşlerde

Yenilgilerin azabını fark edememecesine, şuursuzlaşmışlığında

Sağduyum terk etme beni, ne olur!

Hele ki bu kabus dolu yılların,

Yeni yıla, ayıplarını, acılarını, elem ve kinlerini devretmeye ramak kalmışlığında,

Eskinin, yeninin eşiğinde durmuşluğunda

Akın, karaya belenmesi tehlikesinin diz boyu çoğalmışlığında

Yönümü, menzilimi şaşırtıp, karıştırıp, yitirtmeyin bana…

İnsan olmamın kıvancı;

Hemcinsim olmalarından utandığım, insan geçinen, insancık yığınlarının…

Üst, üste devrilerek…

Sadece ama, sadece şuursuz, izansız kalabalık yığınlar olup yükselerek

Evreni ve gerçek insanı, insanlığı

Amansız, acımasız ve hunharca yutmaya koyulmuşluğun utancını içerken 

Ben garibi,

Dört yol ağzında terk edilen sabiler gibi naçarlığa terk etmeyin!…

İnsan olarak ve insanlık adına çok yanlış giden her şey için

Acım, kederim, hüznüm, sancım ve hıncım doruktayken üstelik!…

Ne olur, benim muhakeme ve sorgulama güdümü çalmayın benden.

Ya değilse nasıl bakarım ben, benim yüzüme!…

Gömüldüğüm utançla, vicdan aynamın derinliğinde

İnsan geçinenler ve sözüm ona insanlık denen

Şu, hilkat garibesi güruh kuşanmışken

Tüm şiddet ve nefret duygularının kanlı, kirli – paslı zırhını 

Bizlere musallat, yarınımıza hakim olan…

İhanet, karanlık ve bilinmezliğin farkında olmamışlıkla;

Kötülüklerden, geç haberimiz olmuşlukla,

Üstüne üstlükte;

Çoğu soysuzluklardan bihaberliğimizde

Dönenip dururken, hayat kavgasında

Geleceğimize hükümran ve hakim olan

Ne kadar cibilliyetsizlik ve çürümüşlük varsa,

Onları, asla bir daha geri gelmemecesine

Geri püskürtebilme güç ve iradesi kuşanmama

Paydaş ve yardımcı olun…

Bunu, başka yol ve devinim paklamaz, bilirim!…

Ondandır, topyekûn bir arınma ve aydınlanma irade beyanım ve talebim!…

Özgünleşme ve özgürleşme savaşına koyulmamız şart ve kaçınılmazken

Üstelikte;

Özümüzden ve gerçek insanlıktan ne kadar uzaklaştığımıza dair kanıt mı?

Aramayın uzaklarda, dönüp bakın özünüze ve bana

Bencileyin buhranlarda ve içsel yalnızlıkların kasırgasında savrulan milyonlara…

Fillerin tepişmesinde, ezilip-yok olan şu garibim çiçeklere…

Bilesiniz ki, insani dürtüm ve tüm içtenliğimle…

Benden akan gözyaşlarının;

Yıkanışlara, durulmalara, arınmalara vesile olmasını diliyorum…

İnsanlığın paydaş çabası, alın teri, göz nuru, yürek yaşları

Okyanusları ve denizleri yenileyebilir, arındırır tepeden tırnağa…

Kederim boşuna olmayacak

Eğer, dünya tekrar temizlenebilirse.

Gerçeği anlamak, anlatmak ve uyanışa, arınışa, direnişe katkı sunmak…

Bilesiniz ki insanlık uğruna ödenecek bedel önemli değil benim için!

Dostuma, yoldaşıma, bu davanın yiğit neferi,

Aydınlanma savaşcısı adamına olan sonsuz inancın gücüyle…

Bina ettiğim sarsılmaz ve yürekten inançla koyulduğum savaşta,

Görünen ve görünmeyen nice diyet ne denli ağır olsa da

Dönmem yolumdan, geri durmam, onur kavgamdan…

Yaptığımız her şeyden sonra hâlâ buradaysanız,

İnsanlıkla, insanlığın zaferini hep beraber, inanç ve coşkuyla kutluyorsanız,

Birbirinize ve geleceğinize olan güveniniz tam ve sarsılmazsa

Ne mutlu o kavgada doğan muzaffer ve onurlu bebeğe!…

O bebeği, bu çok ağır bedele, armağan olarak sundu, evren.

Gördüğümüz, bir aşk işareti…

Ve büyüdükçe, bize öğretecek…

Dünden, yarına uzanan

Bu amansız ve onurlu kavganın, yaşananın, şad olan ruhun nişanesidir…

Kıvançla göğüslerimize takılıp, alınlarımızda ışıldamacasına.

Bilinsin ki

Ömrümün, ömrünüzün ve ömürlerin öyküsüdür bu…

Senin, özlü-sözlü gerçeğin ve sonsuz aşkın itirafı, beyanı ve kıvancıdır…

Bu apalak, özgür bebek…

Ne kadar baş tacı edilse azdır ve yeridir;

Çünkü, masumiyet ve umut simgesi bu gürbüz bebek

İnsanlığın tarihinde, onurun kanıtıdır…

Onurun kanıtıdır…

Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ

Bendeki Sen…

Senin bile haberin yok eminim bendeki senden,

Ne zaman ve nasıl girivermişliğinle hayatıma,

Ben, camardı sevdalılıklarda vurulmuşdum sana…

 

Her gün hayal alemimin atlarına biner,

Seferler yapardım, seferler…

 

Platonikliğin kasırgalarında ve senin bihaberliğinde vurgunluğumla sana,

Sen pencerenin önünde hüzünleri yüklenmişliğinle,

Sol elini çenene dayayıp da dalıp dalıp gitmişliğinde,

Adeta kendinden geçmişliğinde, hüznün bir insana bu denli yakışmışlığının örnekliğinde

Kah siğara üstüne siğaralar yakıp, duman duman efkarını odana savurmuşluğunda

Ben gelirdim ben, sana…

 

Kokun sinmiştir bilirim sigara kokusunu da bastırmacasına perdelerine, pencere camına ve

O hayallerimde şekilden şekle soktuğum odana,

Karakalemlerin birinin tükenip birinin onun yerini almışlığında,

Sen düşerdin sen çizgi çizgi, resim resim ak kağıtlar doluluğunda…

 

Odama kar güzellikleri ve mahsun bir yüreğin sessiz çığlıkları yakıcılığında,

Sen karşı camda, ben pencere zulasında, seni takiplerin sütreliğinde

Uzana koymuşluğumla renkleri solgun metrük divanıma,

Buluşurduk bir kağıtta, sessizliği, hüzünleri ve yasak sevdaları kağıtta çoğaltmacasına

Dilime dolardım işte o zaman Ahmet Muhip DRANAS’ın

O ölümsüz güzelliğindeki dizelerdeki Fahriye Abla’sını..

Sen Fahriye Abla’ya taş çıkartırdın, benim sana tutkulu bakışlarımın sindiği..

 

Uykusuzluğu içmekten kan çanağına dönen gözlerimde,

Cam ardı tutkunluğuna vurulmuşluğumda, senin efkarlarını da yüklenirdim gönlüme…

 

Platonik sevdalılığımın ihtiraslarla kabaran duygularımda,

Uzanırdı ellerim sana uzanır gibi…

 

Kalemin inceliğinde okşardım o biçimli, güzelim parmaklarını adeta,

Bilmem neler yapardın sahir zamanlarda…

 

Ama ben sana vurulmuşluğumla,

Hayatın geçerdi pencere önüyle gönlümün gel-gitleri arasında…

 

Olursuz sevdalarda divaneliğin bu olduğunu anladım,

Sensiz senliliğimde cam ardı güzelliğinle sana vurulmuşluğumda;

Bir gün,

O bir gün,

Hiç açılmadı perdelerin…

 

Ve sen sesizliğinde, ünsüz-sedasız çekipte gittin..

 

Çok sonraları topladığım cesaretim ve yarım-yamalak kemkümlerimle yan komşunun kapısını çaldığımda,

Duyduklarımın şokuyla, kanımın beynime sıçramışlığında,

Ve kendime kızmışlığımla donakaldım duyduklarım karşısında.

“-Omu…” demiş ve duraklamıştı komşum…

Sonra biraz acımaklı, çokça meraklı, ama en ağır gelen halinde de alaysı tavrını ele veren o manidar

Gülümseyişiyle bakarak bana;

Adeta, bana değil de bir başkasına konuşur gibi hali

Ve sigaradan çatallaşmış boğuk sesiyle;

Konuşmaya başlamışlığında,

“-O divaneydi, sevdiğinde dirisinde varamadıysa da

Eminim, ölüsünde ermiştir muradına…

Duymadın mı geçen gece atmış kendini raylarda trenin önüne

Param parça ola koymuş öylece oracıkta… “

 

Nutkum tutulmuştu, taş kesmiştim bende komşunun kapısında

İşte o an, hınzırlığın sindiği o sesle, alaylı edasının kendini ele vermişliğinde;

Patlata koymuştu, beni şok eden sözlerini…

 

“-Bak şu hayata, sen ona, o bir başkasına vurgunluk da

Kara sevdalarda atıldı garibim ölümün kollarına,

Çok mu sevmiş din onu de bana…? “

 

Ayaklarımın altından kayan zeminle, adeta yer yarılıpta girmiştim,

Yerin yedi kat dibine…

 

Yanaklarımdan süzülen yaşlar ıslattı kapı eşiğini,

Uğuldayan kulaklarımda hala komşunun sesi çınlıyordu hala

“-Aldırma, unutursun, unutursun…

Üstelik daha çok gençsin,

Başından ne sevda yelleri, ne boranlar gelir geçer daha

Ah be paşam, bula bula bu Melankoliği mi buldun bu yaşında,

Üstelik yaşı da senin en az iki katıydı hani ya…!”

 

Bir kadının, bir başka kadını böylesine lime lime etmişliğinin, iyiden iyiye bana koya koymuşluğunda,

Sükunun rüzgarında savrulmuşlukla oradan ayrılabilmişliğimde,

Pencerende o tül perde, yokluğunda salım salım salınıyordu hala…

Pencerende o tül perde, salım salım salınıyordu hala..

 

Şimdi duvarımda fotoğrafın, yüreğimdeki yarı utanç-yarı pişmanlıkla,

Hala pencerene bakıyorluğumda,

Ellerim varmıyor artık ak kağıtlara,

İşte o anda duvarımı süsleyen resimlerine bakarak mırıldanıyorum ardın sıra…

 

“-Sen bile bilmiyordun sensizliğin de bendeliğini…!”

“-Sen bile bilmiyordun, sensizliğin de bendeliğini…!”

Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ

Karciğar Makamında Yağıyordu Kar!…

Yerini bırakmışlığıyla, kışa sonbahar

Dışarıda yağarken tüm güzelliğiyle

Haşmetli, kristal güzelliklerde kar;

Düşerken odaya ve ruha

Zaman dehlizinin köhne sokaklarından,

Geceyi, ruhu, gönlü esir almışlığında anılar…

 

Ömrün,

An olup, sükun sükun

An olup, çağıl çağıl akışlığında;

Yad bedesteninin esrarına bürünmüşlüğünde,

Dökülür, saf saf…

Sökün etmişliklerinde anılar,

Tarih ve ömür denilen yedieminin elindeki,

Anılar sandığının açılmışlığında,

Kah,

Lavanta kokululuğunda;

Kah,

Naftalinden yayılan, kesif bir geniz yakıcılığında;

Sergen olup dillenmişliğinde, onca anının

Sürülüp savrulmuşluğunda iken ruhlar, dünün rüzgarında…

 

Dillenir, gönül sazı

Şarkıların, terennüm terennüm nakaratlarında…

 

Sevgiye aralanan kanı çekilmiş dudaklara vurulmuşluğunda,

Bir renk cümbüşüyle, perde perde inerken gözlere anılar,

Dışarıda, gönülde ve ruhta;

Karcığar makamında, elif elif yağıyordu kar…

 

Ses ses,

Nota nota güzelliklerde,

Bir Saadettin KAYNAK eserinde,

Sevgili can Mustafa SAĞYAŞAR dillendirilmişliğinde,

”-Kara bulutları kaldır aradan…

Yar aman..”, derken;

Adeta,

Olursuzluklardan bezmişliği resmediyordu;

Mest etmişliğin kollarıyla sardığı benliklere,

Tercümanlığında gönüllere,

Dil olmuşluğunda yüreklere.

 

Dışarıda yağarken ılgıt ılgıt, elif elif kar;

Sarıyordu, anılarda hüznün rüzgarı…

 

Ruhu, efkar efkar!…

 

Yıllara direnen antika radyodan, dalga dalga yayılmışlığında,

Gönüllere sinmişliğinde, dillenirken şarkılar;

Karciğar makamında elif elif yağıyordu kar!…

Karciğar makamında elif elif yağıyordu kar!…

 

Mualla Sezgör YASSIBAŞ

Yazık Oldu Ablama…

Çok az görüp, az da çok sevdimdi ben onu

”Gönlü kırgın” anamın,

Kaçışıyla yıkılışında yerle yeksan olmuşluğunla, adını anmayan

”Onu yok sayarken ciğeri dağlanan” babamın deyişiyle

İyi kızdı, has kızdı da

Burnunun dikine gidip,

Nuh dedi mi peygamber demeyen, inat mı inat bir kızdı!…

 

Bana göre mi?

”-Ahhhh ablam ah!…

Bulunmaz Bursa kumaşım, sevgiden ibrişim, gizliden gözyaşım,

Hasretim, çoğalan acım, dinmeyen yürek sızımdı o benim!…”

Ablam vuruldu bir çulsuz haytaya, ömrünün baharında

Kandı gönlünün sesine, uyup da gitti elin delisine,

Gidiiiş, o gidiş!…

 

Aşk bir illetti, onun ömrüne düşen

Bir zillete döndü…

 

En sonunda meftine sebep, ince hastalıktan göçüşüne neden oldu…

 

Ahhh ablam ah!…

İyi kızdı, has kızdı…

 

Şimdi, kirpik uçlarımda donup kalan yaş oldu ablam!…

Şimdi, kirpik uçlarımda donup kalan yaş oldu ablam!…

Mualla SEZGÖR YASSIBAŞ